21 Ocak 2014 Salı

Ne Olacak Bu Çocukluğumuzun Hali?




“Babam öldüğünden beri ben ne yaptığımı biliyor muyum ki?” demişti bir vakit babam. Yazın acımasız güneşinden korunmak için uzun kollu gömlekler giyip, ketenle başımızı sarıp, bir sahil yazına tezat gezdiğimiz günlerdi. Çocukluğumun son demlerini yaşamaya çalışıyordum. Öğlenin pek bir susuz vakti, artık çaresizliğin zirvesinde babama dönüp: “Niye yaptığımız her iş kötüye gidiyor ki baba?” demiştim. Zira tuttuğumuz her şey elimizde kalıyordu, Beşiktaş dahil.

Gecenin bir vakti, zifiri karanlıkta tarladaki suyun son fideye ulaşıp ulaşmadğını kontrole gelip, ezanın dahi uyanmadığı bir sabahta tekrar uyanıp çalışmaya başlıyorduk. Çamura bezeli hayatlar yaşıyorduk ve buna kimsenin bir itirazı yoktu, çocuklar olan bizler dahil. Bir oyun mu zannediyorduk olan biten yoksulluk ve eziyeti bilmiyorum ama babalarımızın itirazlarının dönüp dolaşıp şükürle bitmesiydi belki de itirazımızı daha başlamadan yok eden.

***

Bir çocuğu sevindirecek, üzecek, yani çocukluğunu yaşatacak nadir şeylerden birisidir yalınayak gezmek. Yazın şehirden tatile dedemlerin yanına gelen kuzenimle beraber, yalınayak gezmeye bayılırdık. Bir macera filminde yaşıyormuşuz gibi gelirdi bize. Toprak, taşlar, otlar, ağaçlar değil, sokaklara dökülmüş devlet grisi asfaltlardı bizi en çok zorlayan engeller; iki adım asfalt, bir adım gölgede toprak.. Ayaklara batan taşlardan daha rahatsız ediciydi yazın sıcağı ile kavrulmuş asfalt. Ne çocukluğumuza yakışıyordu zaten ne de köyün o saflığına.

Elbet her çocukluk eğlencesinin bir yetişkin ezberi ile kesilmesi gerekir ya, bizi de uyarıp ayağımıza terliği giydiren de bulunurdu elbet. Kah babaanne kah anne uyarısı ile giymek zorunda kalırdık terliği. İşte o saatlerce yalınayak gezme sonrası giyilen ilk terlik hissini hala unutmam; rahatlığa kavuşabilme hissiyatını. Pek yazık ki bu rahatlığa asla kavuşamamışlar da vardı aramızda.

Ayağında tüm yaz boyunca bir terlik bile görmediğim arkadaşlarım oldu benim. Romandılar, bizim orada Çingene derler. O zamanlar hiç düşünmedim ama çoğunun ortak bir hayali vardı; ‘topçu olmak’. Nedendir bilinmez ama o zaman hepsi de Beşiktaşlıydı. Sürekli beraber top oynardık. Sadece top oynamak unuttururdu herkese, geçmişini de şimdisini de. Ekmeğin üzerine salça sürülen zamanlardı. Biz oyun olsun diye yalınayak gezerken, yokluktan yalınayak gezen kara gözlü, kirli çocukların zamanıydı. Annemin hepimize tek tek verdiği ekmeği aldığında, mahcubiyetinden başını dahi kaldıramayan çocukların zamanıydı. Sahi nerede şimdi o çocuklar?

***

Bir eve giriyoruz babamla. Ev dediysem de hayvanlar için yapılmış bir ahır ve etrafına gerilmiş iki brandadan ibaret. Etrafta keskin bir tandır kokusu, yerde oturan sümüklü bir çocuk.. Çocuklar her yerde çocuk ya, sinekle oynuyor. Kovalıyor kovalıyor, geri geliyor sinek, gülüyor kendi kendine. İçeride bir köşede yığılı duran onlarca yorgan battaniye, öbür köşede toplanmış insanlar yemek yiyorlar. “oo Memet abey hoş gelmişsin” lafını çocukluğum boyunca kim bilir kaç kez duymuşumdur. Evde annem yapsa ağzıma koymayacağım nice şeyler yedim o güzel insanların sofralarında. “Ayıptır söylemesi” ile başlayıp yemeğin açıklandığı adaplı zamanlardı. Çatal yoktu sofrada ama güzellikle bezeli mütevazılık vardı.
Beraber aynı sofrada yemek yediğimiz o insanlar birkaç gün sonra bizle beraber pamuk toplamaya geliyorlardı. İki öğün yumurta, bir öğün salça, tüm gün çalışma.. Tüm yaz böyle geçiyor. Arada Kürtçe sayılar öğreniyorum pamukları tartarken. Okuyoruz ya, elimize tutuşturuyorlar hemen kağıdı kalemi. Benim aklım pamuk harallarını istiflemekte, üzerinde zıplayıp oynamakta. Gece eve geç geliniyor, Derşan ağzı açık uyuyakalıyor. Sahi nerede o tatlı ve anlamlı yorgunluklar?

***

Bir kimliği dahi olmayan göçmen arkadaşlarımız oldu mu hiç sizin? Okulun yoluna özlemini (belki de kıskancını) belli etmemek için okul çıkışı yanınıza gelemeyen arkadaşınız peki? En büyük hayali topçu olmak iken, kahvehanedeki Beşiktaş maçını ayakkabı boyacısı sandığına oturup dışarıdan izleyen roman arkadaşınız? Defter kitaba paralarının yetmeyeceğini bile bile çocuğunu okula yazdıran, sonra da okuldan almak zorunda kalan bir kürt baba tanıdınız mı? Çocukluğunuzun beraber geçtiği o okuldan alınan kürt çocuk, bir gün hiçliğin ortasında giderse bir memlekete dönememek üzere, hala çocuk kalabilir miydiniz peki?

***

Ece Temelkuran bir tartışma programında, artık sözün özü tükettiği yerde son çırpınışla şöyle der: “ Siz nasıl bu kadar zalim oldunuz?” Hayatın sillesini daha doğarken yemiş o kara gözlü kirli çocuklarla beraber top oynadığımız diğer çocuklar, yani bizler, sahiden ne zaman bu kadar zalim olduk da çocukluğumuzu unuttuk?



Derşan 20.01.2014
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...