“Babam öldüğünden beri ben ne yaptığımı biliyor muyum ki?”
demişti bir vakit babam. Yazın acımasız güneşinden korunmak için uzun kollu
gömlekler giyip, ketenle başımızı sarıp, bir sahil yazına tezat gezdiğimiz
günlerdi. Çocukluğumun son demlerini yaşamaya çalışıyordum. Öğlenin pek bir
susuz vakti, artık çaresizliğin zirvesinde babama dönüp: “Niye yaptığımız her
iş kötüye gidiyor ki baba?” demiştim. Zira tuttuğumuz her şey elimizde
kalıyordu, Beşiktaş dahil.
Gecenin bir vakti, zifiri karanlıkta tarladaki suyun son
fideye ulaşıp ulaşmadğını kontrole gelip, ezanın dahi uyanmadığı bir sabahta
tekrar uyanıp çalışmaya başlıyorduk. Çamura bezeli hayatlar yaşıyorduk ve buna
kimsenin bir itirazı yoktu, çocuklar olan bizler dahil. Bir oyun mu
zannediyorduk olan biten yoksulluk ve eziyeti bilmiyorum ama babalarımızın
itirazlarının dönüp dolaşıp şükürle bitmesiydi belki de itirazımızı daha
başlamadan yok eden.
***
Bir çocuğu sevindirecek, üzecek, yani çocukluğunu yaşatacak
nadir şeylerden birisidir yalınayak gezmek. Yazın şehirden tatile dedemlerin
yanına gelen kuzenimle beraber, yalınayak gezmeye bayılırdık. Bir macera
filminde yaşıyormuşuz gibi gelirdi bize. Toprak, taşlar, otlar, ağaçlar değil, sokaklara
dökülmüş devlet grisi asfaltlardı bizi en çok zorlayan engeller; iki adım
asfalt, bir adım gölgede toprak.. Ayaklara batan taşlardan daha rahatsız
ediciydi yazın sıcağı ile kavrulmuş asfalt. Ne çocukluğumuza yakışıyordu zaten
ne de köyün o saflığına.
Elbet her çocukluk eğlencesinin bir yetişkin ezberi ile
kesilmesi gerekir ya, bizi de uyarıp ayağımıza terliği giydiren de bulunurdu
elbet. Kah babaanne kah anne uyarısı ile giymek zorunda kalırdık terliği. İşte o
saatlerce yalınayak gezme sonrası giyilen ilk terlik hissini hala unutmam; rahatlığa
kavuşabilme hissiyatını. Pek yazık ki bu rahatlığa asla kavuşamamışlar da vardı
aramızda.
Ayağında tüm yaz boyunca bir terlik bile görmediğim
arkadaşlarım oldu benim. Romandılar, bizim orada Çingene derler. O zamanlar hiç
düşünmedim ama çoğunun ortak bir hayali vardı; ‘topçu olmak’. Nedendir bilinmez
ama o zaman hepsi de Beşiktaşlıydı. Sürekli beraber top oynardık. Sadece top
oynamak unuttururdu herkese, geçmişini de şimdisini de. Ekmeğin üzerine salça
sürülen zamanlardı. Biz oyun olsun diye yalınayak gezerken, yokluktan yalınayak
gezen kara gözlü, kirli çocukların zamanıydı. Annemin hepimize tek tek verdiği
ekmeği aldığında, mahcubiyetinden başını dahi kaldıramayan çocukların
zamanıydı. Sahi nerede şimdi o çocuklar?
***
Bir eve giriyoruz babamla. Ev dediysem de hayvanlar için
yapılmış bir ahır ve etrafına gerilmiş iki brandadan ibaret. Etrafta keskin bir
tandır kokusu, yerde oturan sümüklü bir çocuk.. Çocuklar her yerde çocuk ya,
sinekle oynuyor. Kovalıyor kovalıyor, geri geliyor sinek, gülüyor kendi
kendine. İçeride bir köşede yığılı duran onlarca yorgan battaniye, öbür köşede
toplanmış insanlar yemek yiyorlar. “oo Memet abey hoş gelmişsin” lafını
çocukluğum boyunca kim bilir kaç kez duymuşumdur. Evde annem yapsa ağzıma
koymayacağım nice şeyler yedim o güzel insanların sofralarında. “Ayıptır
söylemesi” ile başlayıp yemeğin açıklandığı adaplı zamanlardı. Çatal yoktu
sofrada ama güzellikle bezeli mütevazılık vardı.
Beraber aynı sofrada yemek yediğimiz o insanlar birkaç gün
sonra bizle beraber pamuk toplamaya geliyorlardı. İki öğün yumurta, bir öğün
salça, tüm gün çalışma.. Tüm yaz böyle geçiyor. Arada Kürtçe sayılar
öğreniyorum pamukları tartarken. Okuyoruz ya, elimize tutuşturuyorlar hemen
kağıdı kalemi. Benim aklım pamuk harallarını istiflemekte, üzerinde zıplayıp
oynamakta. Gece eve geç geliniyor, Derşan ağzı açık uyuyakalıyor. Sahi nerede o
tatlı ve anlamlı yorgunluklar?
***
Bir kimliği dahi olmayan göçmen arkadaşlarımız oldu mu hiç
sizin? Okulun yoluna özlemini (belki de kıskancını) belli etmemek için okul
çıkışı yanınıza gelemeyen arkadaşınız peki? En büyük hayali topçu olmak iken,
kahvehanedeki Beşiktaş maçını ayakkabı boyacısı sandığına oturup dışarıdan
izleyen roman arkadaşınız? Defter kitaba paralarının yetmeyeceğini bile bile
çocuğunu okula yazdıran, sonra da okuldan almak zorunda kalan bir kürt baba
tanıdınız mı? Çocukluğunuzun beraber geçtiği o okuldan alınan kürt çocuk, bir
gün hiçliğin ortasında giderse bir memlekete dönememek üzere, hala çocuk
kalabilir miydiniz peki?
***
Ece Temelkuran bir tartışma programında, artık sözün özü
tükettiği yerde son çırpınışla şöyle der: “ Siz nasıl bu kadar zalim oldunuz?”
Hayatın sillesini daha doğarken yemiş o kara gözlü kirli çocuklarla beraber top
oynadığımız diğer çocuklar, yani bizler, sahiden ne zaman bu kadar zalim olduk
da çocukluğumuzu unuttuk?
Derşan 20.01.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder