6 Haziran 2012 Çarşamba

Bir Sana Bir De Bana

Kızgın bir denizin dalgalarını andıran yüzündeki çizgiler, her katmanıyla bir yaşanmışlık barındırdığını gizlemeden açık açık, saklanmadan duruyordu yüzünde. Adımlarını yaşından dolayı mı ağır ağır atıyor, yoksa dondurması hiç bitmesin isteyen ve yavaş yavaş yiyen bir çocuk gibi anın tadını doya doya çıkarmaya mı çalışıyordu? Gençlik yıllarını düşünüp gitgide içine işleyen deniz soğuğunu umursamadı. Ne çok yürümüştü buralarda. Sahil yolundaki her bir taş bir anı barındırıyordu onda. Çok severdi taşları. Onları bir bebek olarak görürdü, dünya anadan doğmuş bir bebek... Hep öyle sevdi taşları. En beğendiklerini topladı. Gençliğinde sahilde taş sektirmece oynayan yaşıtları gibi onları denize atmadı, kıyamadı onlara. "Boğulur ki onlar" dedi bağırarak. Arkadaşlarıyla bu konuda kavga ettiği günler aklına gelince çıkıvermişti aniden o söz ağzından. Ürktü birden. Soğuğun etkisi diye düşündü. 

İlk kez birinin elini tutmaya çalışan kız çocuğu telaşıyla uzattı elini ileri doğru. Uzanan ellerin saf beyazlığına şaşarak güldü kavalyesi. Güldükçe gözleri kayboldu. Kayboldukça aşık oldu kavalyesine yine, yeniden. Birden eline değen sıcaklıkla ellerinin ne kadar üşüdüğünü anladı. "Genç değiliz artık be" dedi içinden, kavalyesine duyurmadan. Oysa ne yağmurlar ıslatmıştı aşklarını bu sahilde. Ne çiğler yağmıştı üzerilerine sabaha karşı güneşin doğmasını beklerken. En çok da güneşin doğuşunu izlemeyi severlerdi. "Sahi" dedi kavalyesine dönüp: "Uzun zaman oldu güneşin doğuşunu izlemeyeli". Onun kaybolan gözlerini tekrar görmeye başlayınca sustu. Elini çekti gizlice. Acıdı içi. Zor zamanları geçmişti. Nereden çıkmıştı şimdi bu istek. İmkansızı istemek gibiydi bu. "Geçliğin çok geride kaldı. O soğuğa nasıl dayanacaksın ki?" dedi kendi kendine yine. Yanlış bir şey yapmış çocuk edasıyla utandı ve başını eğdi. Adımları daha da yavaşladı. Taşlara baktı tek tek. Unutmaya çalışsa da dediğini, bu sefer yardımcı olmadı ona minik taşları. "Siz de mi sırtınızı döndünüz bana" diyecekken omzundan tutan bir kol çekti onu kendine doğru. Durdular. Sıkıca sardı onu. Utancının geçmediğini gördüğünde alnına bir öpücük kondurdu kavalyesi. Işıl ışıl parlayan gözlerinden doğru anahtarı kullandığını anladı. Tekrar tuttu ellerinden ve yürümeye devam ettiler. 

Yorgunluklarını atmak için geldikleri sahilde daha da yorulmuşlardı. Kendileri gibi yaşlı, tahta bir banka oturalı az zaman olmasına rağmen el ele geçen kaçıncı çiftti bu bilemiyorlardı. "Herkes sevmeye muhtaç ki bu kadar çok seven var" dedi . "Gezmeli ve sevmeli insan 'bir hikayem var' diyebilmek için." diye karşılık verdi kavalyesi gözlerinin içine alaylı bir bakış fırlatarak. Ne çok atışmaları olmuştu böyle. Aşkı farklı tanımlamasalar da ayrı cümleler kurmak yetiyordu onları küçük bir atışmanın içine sokmaya. Söyleyecek (hatta uyduracak) sözleri kalmadığında tatlıya bağlayan yine kavalyesi olurdu. İkisini de mutlu eden, aşk üzerine minik bir dörtlükle noktayı koyardı. Aklına gelen tüm bu şeyler canını mı acıtıyordu yoksa güzel anılar yaşamış olmak onu daha da mutlu mu ediyordu? Küçük de olsa acıyordu canı. Geride kalanlar çoktu çünkü. Umuda ise yer yoktu yaşlılıkta. Umut seneler demekti. Umut gelecek demekti. Ama onların seneleri, gelecekleri yoktu. Umutları ise hiç...

Çalan zilleri duyduğunda ikisi de aynı yöne baktı. Gelen iki bisikleti gördüklerinde hayat yavaşlamıştı bir anda. Deniz dalgalarını durdurmuş, martılar uçmaya ara vermişlerdi. Sahil çaycısı dahi ağır ağır dolduruyordu tüm gün bekleyen bayat çayı çirkin plastik bardaklara. Ağır çekimde gelen iki bisiklet... Birinde küçük şakalarla sevdiğini kızdırmakta olan bir erkek, diğerinde ise bu oyuna gelmemek için zili çalıp onun dikkatini dağıtmaya çalışan kız...Yavaşlayan hayat bir anda durdu. Asılı kaldı vapurlar ve rüzgar denizin üzerinde. Hani aynı rüyayı görürmüş ya sevgililer. Öyle bir şey oldu ki o an, ikisi de kendini gençliklerinin aynı anında buldular; beraber bisiklete bindikleri o anda...

***

O gün elinin titremesine ve terlemesine hakim olamıyordu. Pembe bisikletinin üzerinde sahilde bekliyordu. Yine her zamanki gibi bir taş bulmuştu sahilden. Onun hikayelerini dinlerken bir yandan da denizi seyrediyordu. Balık tutmaya gelenler ellerinde oltaları saatlerce beklemeye hazır sabır taşı gibi oturuyorlardı. Eline aldığı çekirdeği ile gün boyu denizi izleyen balıkçıyı düşündü. Tek bir balık tutmak dahi mutlu ederdi onları. Aşk gibiydi işte o da. Beklemekti sabırla. O da bekliyordu işte denizin ve taşının üzerinden bir türlü alamadığı heyecanla. Bu onların ilk kez bisiklete binecekleri gündü. Çok kez buluşmuşlardı. Gizli gizli aşklar yaşamanın doyulmaz heyecanının olduğu yıllardı. Yaz sinemalarında herkesin elinde bir gazoz, filmden çok sevdiğinin izlendiği yıllardı. Aşkın içinin bu kadar boşaltılmadığı, soğuk bir kış gününün dahi baharmış gibi yaşandığı yıllardı.

Arkasından bisikletinin zilini çala çala gelen kavalyesini gördüğünde az önce bir anlığına yitip gitmiş heyecanı aniden geri gelivermişti. Hemen kafasını önüne çevirdi. İmkanı olsa yerine sığmayan kalbini birazcık da olsa durdurabilirdi. Çünkü gerçekten uçup gidecekmiş gibiydi göğüs kafesinden. Ellerini ise bisikletin gidonundan bırakmaya korkuyordu. Bıraksa yere düşecek gibiydiler. Neden böyle olmuştu. Hemen arkasına dönmeli, selam vermeliydi. Yaklaşmıştı, hissediyordu. Kafasını çevirdiğinde çoktan yanına gelmiş olduğunu gördü. "Keşke gelişini izleseydim belki geçerdi şu lanet heyecanım" diye düşündü. Şu an çabuk geçsin diye yalvardı tanrısına, küçük de bir umutla.

Merhamet eden tanrısı sanki atlatmıştı o sahneyi onlara ya da ona öyle gelmişti, sadece heyecandan hatırlamıyordu ne olduğunu. Birden kendini bisikleti sürerken buldu. Kavalyesi ona bir şeyler anlatmaktaydı. Gözlerine bakmaya utanıyordu. Sürekli önüne bakıyordu. Sahilde otursalar ne yapardı ki? Şimdi en azından önüne bakmak gibi bir mecburiyeti vardı. Bu anın tadını çıkaramıyordu. Sevgi bu muydu yoksa? Elinden hiç bir şeyin gelmemesi miydi? Öylece sürdü pembe bisikletini düşünceler yumağı aklını kurcalarken.

Kavalyesi nispeten daha rahattı ona göre. Gözlerinin içine bakmaya çalıştıysa da sürekli karşısında rüzgarla savrulan saçlarını görüyordu: "Bir sevebilsem saçlarını."  Saçlarından fırsat buldukça küçük anlar yakalayarak yüzüne bakıyordu. Burnunun bu kadar küçücük oluşunu hayranlıkla izliyordu. Fark etmemiş miydi ki daha önce? Aşk kör eder insanı ama bu kadar da olmaz ki diye düşündü: "Daha sevdiğimin burnunu yeni fark ediyorum." Gözlerini kaybederek güldü yine sessiz sessiz..

Utangaçlığında en ufak bir azalma olmadan yolu izlemeye devam ediyordu. Az daha yavaş gitseler taşları tek tek sayacak belki de heyecanı az da olsa gidecekti. O kadar kaptırmıştı ki kendini yola, kavalyesinin ona doğru yaklaştığını dahi görmedi. Eline değen şeyi algılayamadı önce beyni. Bir refleksle çekmesi gerekirken öylece durdu. Elinin üzerindeki sıcaklık iyice arttı. Bir bakış atana kadar eline anlamamıştı dahi ne olduğunu. Görür görmez telaşlandı. Aniden ona doğru döndü. Ne yapacağını bilemeden gözlerine bakmaya başladı. Bıkmadan gözlerine bakıyordu. "N'apıyorum ben" diyen iç sesini dahi duymadı o an. Sadece tek bir şey vardı: O da gözleri... Git gide kısılmaya başladı gözleri. Kayboluyorlardı. Evet git gide kayboluyorlardı. Yüzüne baksa o an nasıl bir mutluluk yaşanır görecekti. Fakat bakmadı yüzüne. Sadece gözleri vardı, yok olmaya doğru giden, simsiyah, mutluluk dolu gözleri. Şimdi fark etmişti. Gözleri siyahtı, kömür siyahı. İnsanı içine alıveren bir siyah. Daha önce bakmamış mıydı. İnanamadı kendine. Nasıl olur da bu zamana kadar bakmazdı. Sadece göz bebeklerini görmeye başladığında bir ses duydu. İç sesi gibi onu da duymadı. bakmaya devam etti. Ve o anın sonunda gördüğü tek şey yine onun gözleriydi; büyümeye başlayan gözleri...

Ne olduğunu bilmeden gözlerini kapatmıştı. Hala etraf karanlık ve sessizdi; kocaman bir hiçlik... Açtığında bir şeyler göreceği gözlerinin varlığını dahi bilmiyordu belki o an. Sadece bekledi. Bekledikçe tek bir şeyi fark etti. Tek eli hala sıcaktı.

Gözlerini açtığında etrafta çok kişi vardı ama o sadece birini gördü: O an eli ile kendisine bağlı olduğu birini, kavalyesini... Gözlerinin büyüklüğüne de şaşırarak yine bakmaya devam etti. Hiç bu kadar büyük görmemişti o gözleri. Küçülmelerini seviyordu o. Ne olmuştu ki? Etraftaki insanların azaldığını hissedebiliyordu. Birden doğruldu ve ayağa kalktı. Baktığı gözlerde bir istek vardı: "Ne olur gülümsesin". Duydu sanki o içten isteği. Ve küçücük bir gülümseme yayıldı dudaklarına. Karşısındaki gözler de kısılmaya başladı yavaşça.

Ne olduğu umurunda bile değildi. Tek istediği tekrar bisiklete binmek ve onun elini tutmaktı. ikisi de atladı bisikletine. Sanki o utangaç kız gitmiş yerine başkası gelmişti. Savurdu saçlarını rüzgarla beraber. Gizlediği yüzü apaçık ortadaydı artık. Elini uzattı birden bisikletin üzerinde ona doğru. Şaşkınlık içinde olan bu sefer kavalyesiydi. Ne yapacağını o da şaşırmıştı bir an. O da uzattı elini. Bir pamuk kadar yumuşak elinin kavrandığını hissettiğinde özgürdü artık. İkisi de başını aniden yukarı kaldırdı. O an yağmur başladı. 

***
   
Hala beraber sahildeydiler. İkisinin de aklında "o an" vardı: El ele tutuşup yağmurda bisiklet sürdükleri, sonsuzluğa giden aşklarının en tatlı anı... Deniz ve ay ışığı sessiz, güneş doğmak üzereydi. Ve ikisinin de üzerilerine çiğ taneleri yağmıştı.





Babazula - Bir Sana Bir De Bana

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...