21 Şubat 2012 Salı

nazar boncuğu

Küçük bir tahta kapıydı ilk görünen. Altlı üstlü ayrı iki parçadan oluşan tahta bir kapı. Görünümünün aksine rahatsız edici bir ses çıkararak açılıp kapanan kapılardan değildi bu. İçeriden gelen seslere inat sessizdi. İki parçasının arasından kızıl bir ışık yansıyordu dışarı. Gelen sesler alışıldık metal sesleri olsa da merak uyandıran bir gizeme sahipti içerisi. Girmek için sabırsızlanan onca insanla beraber sırayla girdik içeri. Girer girmez karanlığın içinde kaybolmuş gibi hisseden gözler yavaş yavaş alışsa da, loşluk rahatsız ediciydi. Ortada kocaman bir fırın ve etrafında insanlar sıralı. İlk dikkat çeken şey, ayakta durmuş merakla eğilip olan biteni izleyen insanlardı. İlk önce onların meraklı bakışlarını süzdüm. Şaşkınlık ve övgü dolu sözler içeren mimiklerinin samimiyetini düşünürken gözüm ocağın başındaki ustaya kaydı. İki elinde de demir parçası, sanatını icra ediyordu. Kızıl ateşle yanan ocağın önünde çelik çubuklar ile yaptığı dans sonunda ortaya şaheser bir nazar boncuğu çıkıyordu. Herkesin gözü ustanın ellerindeki hızda, onun gözleri ise kızıl ocakta idi. Takip edenler sanatı kavrayamasınlar diye mi bilmem ama ellerinin hızına yetişmemizi istemez gibi bir hali vardı. İnce ince işlenen nazar boncuklarından gözünü ayırabilenler ocağın arkasında duran çocuğu görebileceklerdi. Beyazlığından eser kalmamış bir şapkanın altından gözlerini ocağa dikmiş metal seslerinin arasında sessizce çalışıyordu. Simsiyah is kaplı küçücük ellerinde hızlı hızlı çevirdiği çelik çubuklardan anlaşılacağı üzere mesleği yavaş yavaş kapmaya başlamış gibiydi. Yaşını saklayan gözlerini yalancı çıkardı ağzından çıkan sözler: "14 yaşındayım abi". Pür dikkat işlerini yapan ustalarının aksine her konuşmamızda dönüp gözüme bakıyordu. Puslu gözlerinden parlayan ateş bir şeyler anlatmak ister gibiydi sanki oradakilere. Oysa kimsenin bunu fark edecek yada anlayacak vakti bile yoktu. O da bunun farkında olacak ki umutsuz bakışlarını tekrar kaçırıp meraklı gözlerden, kendi gibi minik nazar boncuklarını yapmaya koyuldu. Sıcaktan kızarmış yanaklarına düşen bir damla teri de yerden kaptığı bezle sildikten sonra sır gibi sakladığı küçük bir gülümseme kaçtı duygu yüklü yüzünden. . İşte o an bir şey fark ettim: o daha çocuktu. Ve belki de onun için bir oyundu bu: nazar boncuğu yapma oyunu..

Lapsus Calami
21.02.2012

13 Şubat 2012 Pazartesi

"bir pijama uzaklığındaki bakkal"a sabah yolculuğu

      pazar sabahları dahi kahvaltı yapma isteği ile uyanan birisiyimdir. nereden bulaştı bu huy bana bilmiyorum ama yıllardır bana nice eziyetler çektirmişliği vardır. mazisinin lisedeki yatılı yıllarıma dayandığını düşünmekteyim. zira o zamanlar yemek yemenin de bir saati vardı, adabı olduğu gibi. hafta içi saat 8 de kahvaltı biterdi. hafta sonu ise çok erken bitmese de kahvaltı saati, yine 12 ye kadar da sürmezdi. o yüzden erken kalkmalar üzerine üstün hizmet madalyası olan bünye "bari boş durmayayım da gidip kahvaltı yapayım" dedi diyeli bu haldeyim işte. illa her sabah kalkıp kahvaltı yapacağım. sabah 6 da yatıp öğlen de kalksam  bu bünye yine ister kahvaltı. şöyle ki bazı sabahlamalarda yatmadan önce kahvaltı yapıp yattığımı da bilirim. bu birazcık saçma biliyorum ama ben bile çözemedim mantığını yıllardır zaten.
      bazı geceler arkadaşlarla sabahlamışsınızdır. güzelce geceden içilmiş eğlenilmiş ve sızılmıştır. kardeşim yatsana şöyle öğleden sonraya kadar herkes gibi. yok bütün herkes mışıl mışıl uyurken uyanılır ve gelir kahvaltı isteği. haydi bakalıııım. işte asıl macera bu sabahlardadır. evde yatanları uyandırmadan işleri halletmeye çalışırsın. sessizce kalkıp ketılın (kettlee yazmasını hiç sevmem) o muhteşem senfonisini ev ahalisine duyurmamak için mutfak kapısı dahi kapatılır. öyle basit bir kahvaltıyla da yetinmez bünye. ne kadar malzeme varsa dolapta çıkar. ve sıra erken kalkanlar için bir ızdırap haline gelen bakkala gidip ekmek almaktadır.
     neyse ki bir çok olumsuzluğa rağmen bakkalımız tam olarak apartmanın altındadır. yani "bir pijama uzaklığında". her pijamalı bakkal yolculuğu bir gerilimdir aslında. "acaba bakkalda güzel bir kıza denk gelir de rezil olur muyum", "alt komşu ile karşılaşır dün gecenin açıklamasını yapar mıyım" soruları arasında elde bir kaç bozuk para ve anahtar kombinasyonu ile pijama üstüne kapşonlu fermuarlı sweat(ne zor ismi var ama bildiğimiz şey işte yani) giyilip yola koyulur. yol dediysem merdiven işte. merdiven demişken; beş katlı apartmana asansör yapmayıp merdivenleri de mühendislik ve mimarinin izin verdiği en uzun ölçüde yapanlar da bu yolculuğum sırasında andığım insanlardır. ki benim kullandığım sözleri bize damacana su getiren abinin de kullandığına şehit olmuşluğum vardır.
     kısa süren yolculuk sonrası bakkalımıza ulaşılır. bakkal dediysem de aslında bakkallığı hak edecek hiç bir şeye sahip olmayan bir market kendisi. bakkal dediğimiz yer az salaş olur, daracık dükkanda çukulatalara çarpmadan geçeyim derken gazetelerin asılı olduğu şu döner şeye çarpabilirsin yani (bu arada hakikaten o aletin adı nedir ya). bakkal dediğin göbekli bir amcanın ve öğlenleri ona yemek getirip amcanın yemek yerken müşterilerle ilgilenen eşinin olduğu yerdir. sonra bakkal amca dediğin muhabbeti güzel insandır. eskimiş bir veresiye defteri olan ama veresiye defterine asla müşterinin yanında yazmayan, müşterisine değer veren sevimli insandır. bizim bakkal ise tüm bu özellikleri bünyesinde barındırmayan, selam verdiğinde almayan, insaniyetle "kolay gelsin" dediğinde bir teşekkürü bile fazla gören biri işte. ama ne yaparsın "bir pijama uzaklığı çekiciliği"ni de çöpe atamayız.
     neyse, bakkal ziyaretimiz asla sıcak olduğunu görmediğim ekmekleri alıp küçük bir parçasını apartman kedilerimize(kendilerini daha sonra anlatırım) ikram edip evin yolu tutmakla yavaş yavaş sonlanır. sıra tek başına yapılan güzel bir pazar sabahı kahvaltısında.  yine bir pazar sabahı ve ben yine yalnız başıma kahvaltı yapıyorum. zalımsın kahvaltı manyağı bünye.

Lapsus Calami
12.02.2012  "sessiz bir pazar sabahı"

8 Şubat 2012 Çarşamba

çocukça ıslanmak geçer aklımdan
yağmurlu gecelerin ıslak sabahları
kaldırımlar taşır gecenin ıssızlığını
benimse aklımda çocukluğum
geçmişi özlemek bu olsa gerek
kaçmış bir tren misali
çocukluğumun yağmurları.

Lapsus Calami
08.02.2012

5 Şubat 2012 Pazar

minibüste ön koltuğa oturan tip

hayatım boyunca en çok zevk aldığım şeylerden biri de minibüste en önde oturmak olmuştur. böyle yolu falan izlersin, bir havan vardır, zevklidir. bu zevkin bir diğer eşdeğeri de otobüsteki muavin koltuklarında oturmaktır. şoför ile aynı hizadasındır, ayağını uzatsan yere değecek gibi olur. hep bu yerlerde oturup o anın tadını çıkarmak istemişimdir.

gün gelir müsait bir yerde minibüse el atarsın. orası müsait bir yer olduğundan galiba o da yavaşlar. o an ön koltuğun dolu olduğunu fark edersin. içinde bir burukluk, bir küskünlük oluşur. içinden bir ses; "binme olum daha ön koltuğu bile boş değil, binme" der. anlamsız bir ses olduğunu fark edip, bir de el atmanın sonucu olarak buruk buruk binersin minibüse. "şurdan bir öğrenci" derken şoföre de trip atarsın çaktırmadan (onun da çok umurundaydı zaten). parayı tam uzatırken şoföre değil de o "ön koltukta oturan tip"e bakarsın. "kimsin sen be benim yerimi parsellemişsin" bakışını fırlatırken o tipe, şoför tarafından "acaba hakikaten öğrenci mi bu" süzgecinden geçirildiğinin farkına varmazsın. sonra parayı vermiş olmanın verdiği vicdani huzurla dolu olarak yer bulmak için arkalara doğru yol alırsın.

en öne oturamazsam tek yer vardır benim için. o da diğer koltuklardan hafif daha yüksekte duran, az da olsa karizması olan en arka dörtlüdür. aslında arka beşli diye dillere pelesenk olan bu yer artık insanların toto yarıçapı ortalamasının bir hayli artması ile dörtlü koltuğa dönüştürülmüştür.  en arkanın sol cam kenarının boş olması içindeki o burukluğu bir nebze de olsa azaltır. ve o hafif yüksekliğe çıkılıp oturulur.

zaman ilerledikçe tam çaprazdan o "en önde oturan tip"i kesmeye devam edersin. arada şoförle konuşur, sonra dönüp arkasına paraları toplayıp şoföre iletir. aslında oraya oturanların kısa süre içinde bu evrimi gerçekleştirip "şoförle kanka bir muavin"e dönüşmeleri gayet olağan bir şeydir. artık şoförün mü yeteneği yoksa koltuğun mu bir hikmeti bilemem.

an gelir "ön koltukta oturan tip" inmeye karar verir. işte o an benim de o koltukta oturduğum zamanlarda zevkimin içine eden andır. buna sebep olarak tek bir şey gösterebilirim: o koltuğun yanındaki kapının açılmıyor olması. insanın içindeki enerjiyi alıverir birden. n'olurdu yani oradaki kapı da açık olsa, insanlar oradan binip inse. yok bütün minibüslerde aynıdır. o ön koltukta otururken biriktirdiğin tüm karizmayı bir anda yerlere indirir o koltuktan kalkıp minibüsten inişiniz. kalkarken kafayı eğersin çünkü tavan daha aşağıdadır en önde. sonra şoförün para kutusunu devirip bir kaosa neden olmamak için itina ile ayaklarını kaldırıp bir balerin gibi süzülmen gerekir, ki pek de becerilemez. ve ortaya gayet çirkin bir görüntü çıkar işte. ardından minibüsteki o an seni izleyenlerle göz göze gelmeden atlanır ve hızlı bir şekilde uzaklaşılır.

tabi ön koltukta o an ben oturmadığım için benim için gelişen olaylar gayet sıkıcı ve olağandır. tabi bazıları hariç..


Lapsus Calami
05.02.2012
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...