1 Aralık 2012 Cumartesi

dinlemek gerek


ıssız bir meltem okşarken sayfalarını hayatın
yüreğinde bir sıcaklık,
okumak ve yaşamak gerek.

bir bebek kokusu iken baharlar
haykırırcasına
sevmek gerek

denizlerin şarkısı çalarken
suskun geceli şehirde
dinlemek gerek gözlerin anlattığını
anlayana dek.


Derşan





14 Ekim 2012 Pazar

Ses

Tavla zarlarının o tanıdık sesi yine kısa sürüp duraklamıştı. Diğer fırlatış için sabırsızca titreyen avuç içinde kıvranıp duran zarlar, bir sonraki kavuşmalarına ramak kala yuvarlandılar yine sağa sola çarpıp. 4-2.. Bu seferki avuç içi daha mı terliydi? "heyecandan olsa gerek".. Zarların üzerine bir öpücük kondu ve tekrar bir o duvara bir bu duvara çarptı zarlar. 3-1.. Şanssız bir gün mü ne?.

Zarlar bir o yana bir bu yana şanssızlık getiredursun, zarların sesine aşikar olmuş bir kulak başka sesler aramaktaydı. Ne arkadan gelen ticari pop müzikler, ne de gök gürültüsü.. Şehir zaten duyulmaz olmuştu uzun zamandır. Büyük caddelerden geçen ambulansın hüzünlü sireni, sokak satıcılarının gıcık bağırışları, evinde kavga eden çiftlerin çığırışları, sabırsız şoförlerin arsız kornaları ve tüm bu karmaşanın ortasında sesini duyurmaya çalışan köpeğin havlaması, hepsi birbirini kovalayıp asla yakalayamayacak, yakalasa da aralarındaki oyunun tekrar başlayacağı birer çocuktular sanki. "yakaladım seni". Küçük bir sesti beklenen. Belki bir aşk itirafı, belki küçük bir merhaba, belki de bir kedi miyavlaması.. Kedi sesi duymayalı ne kadar da uzun zaman olmuştu? Sahi en son ne zaman günaydın demişti bir kediye? En son ne zaman bir yavru kediyi izlemişti annesinden süt emerken?

Sokaktan ince bir keman sesi geliyor. İnsanlar telaşlı. Ellerinde keman tellerinin bıraktığı ömürlük izlerle bir amca bir şeyler çalıyor, ihtiyar yoldaşı kemanına sarılıp. "huysuz ve tatlı kadın.." Sahi kaç kişinin dinleyecek vakti var? Omuzlarındaki çantalarında dünyanın yükünü taşıdığını zanneden hanımefendiler ve elleri ceplerinde havalı yürüyen beyefendilerden kaçı duydu bu şarkıyı. Amcamın önünde şapkası da yok, keman kutusu da... Keyiften mi çalıyor acaba?

İnsanlardan bulaşan en iyi hastalık mutluluk olsa gerek. "doktorlar araştırmışlar mıdır bunu? hiç sanmam." Mutluluk bir sestir, duyulmayı beklediğin anda duyduğun. Bazen de hayatın ilk sesidir, bir bebeğin doğduktan sonraki ilk sesi..."ah şu doktorlar ne şanslılar!" Anne olmak da yetmez o sesi duymaya, o sesi duyarak anne olursun ancak. O ses duyulur duyulmaz dünya susar. Bebeğin annesine ilk ve belki de son ninnisidir.

Balkondan kuş sesleri mi geliyor? Önceki günlerden kalan kurumuş ekmekleri suya koyup kuşlara vermek, hiç sevap beklemeden, sadece kuşlar için, nasıl bir duygu ki? Islanmış ekmeği çok sever kuşlar. "ah bir de balkona bırakmasalar şu önceki günden arta kalan vücut artıklarını". Doymak için mi yerler, öğün geçiştirmek için mi? Bir nevi dilenci gibiler sanki. Bazı günler ekmek vermesen de oradalar, bir umut.. Yine geldi birisi. Ağır ağır etrafı kolaçan ediyor. Usulca yaklaşıyor. Günlerce aynı yerde durup, her rüzgar ve yağmurdan bir iz koparan kirlenmiş tabağın içinden bir parça ekmek alıp, aniden kalkıp havalanıveriyor. Hayvanlar niye bu kadar korkak ki? Biz insanlarla beraber yaşadıkları için mi yoksa?

Özlemle bir ses bekleyen yüreği umut dolu insanlar yarattı dünya. sadece tek bir ses bekliyorlar bu gürültülü sessizliğin içinde; insanlığın sesini. "duyar mıyız hakikaten?"

Derşan

3 Ekim 2012 Çarşamba

Lapsus Calami 5



*** Sokakta yürürken mahalledeki çocukların topu bana doğru yuvarlanmaya başlayınca bir anda çocukluğum aklıma geldi. Şimdi benim bulunduğum konumdaki abiler topu hemen bize atmaz, biz de ayağından topu almaya çalışırdık. O da çalım ata ata ilerler, vermezdi topumuzu. Kimisi de benim birazdan yapmayı planladığım gibi elleri cebinde coolluğunu bozmadan ayak içi ile topu bize yuvarlar, bir göz kırpıp giderdi. Tam olarak ikinci abi moduna geçmek üzereyken elinde market poşetleri ile önüme fırlayan mahallemizin haşarı teyzesi topu aldı, çocuklara pas attı, göz kırptı ve gitti. O an abilerden yeni çalım yemiş, topumu alamamış gibi oldum. Ve ben sanki yine mahallede top oynayan çocuktum.

*** Fotoğrafçılığa sümüklü çocuk, yaşlı teyze ve cumbalı ev fotoğrafları çekerek başlamasam fotoğrafçılık dünyası dışlar mı beni?

*** Tablet bilgisayarlar ekmek kesme tahtasına benzemiyor mu?

*** “Buralar eskiden hep dutluktu” deme yaşı yükseliyor ve zamanla diyen de kalmayacak gibi. Ama eskiden buralar hep dutlukmuş hakikaten.

*** Köye gidip dönünce ege şivesinden normale dönmem için verdiğim 48 saatlik süre doldu. Ne yapsam ki şimdi?

*** "live-love-laugh" yazmışım zamanında. gülüyoruz, elbet yaşıyoruz da, ama..

*** Her yerde mi "uzaktan" çalar.. Algıda seçicilik değil bu algıda ısrar..

*** Şezlonga uzanıp cool cool kitabımı okurken fark etmeden yanımdan geçiveren birisi ayağındaki kumları ve üzerindeki su damlalarını bana ve kitaba fırlatmasıyla sinirle arkama döndüm. Ve karşımda elinde kovası ve küreği ile tatlı mı tatlı bir kız çocuğu gülümsüyor. Kitabı kumdan kalesine feda edesim, çamurdan oyununa eşlik edesim geldi.

*** Gönlünüz birazcık "deli Emin" tadında olsun. Çalınca şarkısı sevdiceğinizin, yetiştirin bitmeden, gitmeden.. (fonda Erkin Koray - Sevince)

*** Her sokak akşamsefası koksa insanlar daha mutlu olurdu gibi. Hala koklamadıysanız yetişin sıcaklar bitmeden son demlerine.

*** Bir öğretmen çocuğu iseniz iki parçalı gözlükleri yakinen tanırsınız. Karşıya baktığınızda uzak gözlüğü, aşağıya baktığınızda yakın gözlüğü işlevini görendir iki parçalı gözlük. Eskiden bu teknoloji yokken yakın gözlüğünü burnunun en ucuna, düşme ihtimalini de hesaplayarak koyan öğretmen, uzağa bakmak istediğinde kafasını kaldırmadan göz hamlesiyle gözlüğün üzerinden bakarak durumu idare ederdi. Daha çok sınav anlarında önündekilerle meşgul olurken sınıfa da hakim olmak için kullanılırdı. Bu teknoloji çıktı çıkalı öğretmenlerimiz iki parçalı gözlükle donandı. Onları merdiven çıkma anıda hemen tanırsınız. Çünkü bu gözlükle merdiven çıkmayı hesaba katmamış yapanlar. Aşağı baksan merdiven uzak diyarlarda iken ileri doğru baksan burnunun dibinde gibidir. Nerede tutuna tutuna merdiven çıkan gözlüklü bir öğretmen görsem hüzünlenirim ben. Bulsunlar artık şunun da bi hal çaresini. Kurtarsınlar canım öğretmenlerimizi bu zulümden.

*** Met-Üst dergisi.. Kafası estiğinde çıkar demiş üstat. Umarım sık sık eser kafası. Okunası..

*** Atletizmin neresi sıkıcı bir türlü çözemedim yıllardır. “Nasıl izliyorsun bütün gün bunu” diyenden geçilmiyor. On bin metre finalini de üç adım uzun atlamayı da heyecanla izlerim hala.

*** Bana bütün gün evde usta beklemenin resmini çizebilir misin abidin?

***Onun profil resmi yerine hayallerine odaklansanız daha (u)mutlu olursunuz.

*** “Terliklerimle gelsem sana” dese ‘biri’ oturup ağlarım.

*** Ruhundan samimiyet geçen, gülüşü ile hayatı renklendiren, bir ömre bedel insanlar.. iyi ki var onlar..

*** Bir zamanlar hastane kokusu diye bir şey vardı, artık yok gibi sanki. Ben hastaneye hastane demem hastane kokusu duymadıkça.

*** Günlerden balkonda demlenme günü. Mezeler dizilmiş. Dostlar masa etrafında. Muhabbete eşlik eden kadeh seslerimize bir tanesi daha eklenince sustuk aniden. Kafalar komşu balkonundan bize kadeh kaldıran amcada. Küçük bir şaşkınlıktan sonra balkon demirine kadehi dokundurup bize eşlik ettiğini anladığımız amcanın sohbetinin içinde bulduk kendimizi.

*** “Dispanser” kelimesi beni oldum olası korkutmuştur. Sen nasıl bir kelimesin öyle. Söyledikçe içime bir ürperme geliyor.

*** Kovboy filmlerinde kasabanın ıssız sokağından rüzgarla sürüklenen bir çalı vardır meşhur. Bizde salonun ortasından ona benzer bir yumak geçince anladım ki bu evin temizliğe ihtiyacı var.

*** Yan komşular balkonda okey oynuyorlar. şimdi biz yancı mı oluyoruz?

*** İnsan, yarası yarasına denk geleni seviyor demek ki. (Ece Temelkuran)

*** “Sonunda martıyı öldürmüşsün” dedim kaşlarının arasını alarak simit atma ihtimalimizi ortadan kaldıran arkadaşa.

*** Köyün meydanında koşturan bir velet.. Arkasında çoban bir abimiz.. Ellerini iki yana açmış isyan ediyor: “200 tane koyunu idare ediyorum. Bi torunla baş edemiyorum.”

*** Sallama çayın ipinin suyun içine kaçtığındaki dramı hiçbir yerde görmedim.

*** Adettendir deyip akşam Cemal Süreya - Sevda Sözleri okurken kahve içtiğimin fotoğrafını çektireceğim.

*** Evde babamın eski kitaplarına göz gezdiriyordum ki bazılarının başları düzensizce karalanmış, bazı sayfalar yırtılmış.. Bu ne hal diye sorduğumda “senin eserin” deyince kalakaldım. Ben de feda eder miydim acaba kitaplarımı?.

*** “Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” dedim Cemal abiden örnekle, “Nasıl bir kahvaltıyla mutlu olursun” dedi, “Bir bardak su yeter aslında, karşında sevdiğin varsa” dedim. Cemal abi de olsa böyle söylerdi sanki.

*** Nerde “pudink” diyen insan var, orda çok güzel bir insan var.

*** Babaanne dedim mi benim aklıma patik gelir. Bildiğin patik ama. Kış olunca zenginin de fakirin de dostu, buram buram köy kokan, bizi biz yapan patik. Patikli insan mutludur, huzurludur. Eline filtre kahvesini alan patron ayağına patiği giydi mi işçisi ile bir olur, beraber olur. Patik mütevazidir, değeri para ile ölçülmez. Patik sevilesidir. “Yok ben giymem o da neymiş yaaa” diye söylenirseniz bir gün babaanneniz tutup köyden getirdi mi giyeceksiniz efenim. O sizde kaldığı sürece ayağınızda duracak. “Çocuğun olmaz bak sonra” gibi laflarına bir doktoru dinler gibi yaklaşıp boyun eğeceksin. Seveceksin patiği.

*** Çocuk severken cool kalabilen var mı aranızda?

*** Nerde nur yüzlü, iyi bir emlakçı görsem sarılıp boynuna hüngür hüngür ağlayacağım. Kimseye açamadığım dertlerimi ona anlatacağım.

*** Nolmuş yani elimde üzüm torbaları ile metroya binmişsem? Hem köyüm bağrından kopup şehre inmiş olamaz mıyım? Köyümün hasretini bir nebze de olsa hafifletmek istiyor olmaz mıyım?

*** Hırsız abiye not: evden çalınacaklar listesi
 1- Televizyon: bizde de olsa ne güzel olurdu aslında.
 2- Ev arkadaşımın telefon: kendileri geçtiğimiz yüzyıldan kalma olduğundan zahmet olmazsa çalsanız da yenisini aldırsa babasına.
 3- Dambıllar: daha yazılışını dahi bilmediğimiz bu aletler kapılar çarpmasın diye kullanılıyor. Yazık günahtır. Emin ellerde değerlendirilmeli.
 4- Laptop: evde para yapan tek alet. Almasan daha iyi ama 5. kata kadar çıkıp aldıysan bence hakettin.
 5- Buzdolabı: çalmaya kalkışma derim vallahi eve 4 kişi zor çıkarttık.
 6- Kitaplarım: eğer oturup okuyacaksan hiç çekinmeden çalabilirsin.
 7- Balığım Cappuccino: pek para edeceğini zannetmem ama sevimlidir kerata.

 Kendine çok dikkat et. Yan komşu evde yok benden duymuş olma.


*** Senkronize sokak defansı vardır. Karşıdan gelen sağa mı geçecek sola mı karar veremezsin. Kendini yavaşça sola atarsın ve bir bakmışsın o da sola gelmiş. Burun buruna gelene kadar bu böyle sağlı sollu devam eder. Şehir hayatının en hüzünlü anlarından biridir. Çaresizlik içinde kıvrandırır insanı. Fakat benim bunu tuvaletin çıkışında hareketlerinden iyice çişi gelmiş olduğunu zannettiğim bir herif ile yaşamam hiç şık olmadı. Karşılıklı küçük bir senkronize defans hamlesinden sonra kavgasız ayrılsak da arkamdan yediğimi düşündüğüm küfürler bir “hoşça kal” niyetindeydi.



Derşan

20 Eylül 2012 Perşembe

Canı Cehenneme



“Senin de canın cehenneme! Senin ve bu koca şehirde yaşayan herkesin canı cehenneme! Mesai saatlerinde kariyere odaklanan, mesai bitiminde LCD'ye gömülen, Ducan diyetiyle vücudunu biçimleyen, hafta sonları Park Orman konserleriyle stresini dinlendiren, Yılmaz Özdil'le ülkeyi biçimlendiren, geceleri yatarken Elif Şafak kitaplarıyla kültürünü besleyen bakımlı baylar ve bayanlar hepinizin canı cehenneme... Üniversitedeyken üzerinde bit-bir tişört, sırtta bir çanta ülke ülke gezme planları kurarken, evlenince 'ETS Tur- Madrid-Barcelona-5 gece 6 gündüz'e 12 taksit isteyenlerin canı cehenneme... Akdeniz mutfağı ve dev beyaz tabakların canı cehenneme... Avakado dilimleriyle sotelenmiş deniztarakları, buharda pişmiş mevsim sebzeleri ve ılık kestane ile servis edilen ıspanak yatağındaki levreğin canı cehenneme... On dakikada bir çantasından çıkardığı jelle elini ovuşturup geriye kalan bütün ellere şüpheyle bakan hijyen manyaklarının canı cehenneme... 20'li yaşlarında güneş gözlüğü ve araba anahtarlarıyla adamlığa terfi edenlerin ve onların evlenir evlenmez diyete terfi eden eşlerinin canı cehenneme... Düğünlerde Jennifer Aniston gibi süzüldüğünü sanırken aslında Nilgün Belgün'den öteye gidemeyen gelinlerin, gelinlerin kuyruğunu toparlayan kara gün dostu telaşlı arkadaşların, kaygı ve aşırı makyaj yüklü suratlarıyla etrafı süzen kayınvalidelerin ve kolunda müstakbel eşiyle davetlilerin olduğu salona girerken libidosunu kapıda bırakan damatların canı cehenneme... Özel bir gecede altına sandalye ittiren erkek bulunca derhal 'mersi' diyen kadınların ve dünyada milyonlarca satılmasına rağmen aldığı tek taşla özel bir an yarattığını sanan erkeklerin canı cehenneme... Kariyerini 'elinin tersiyle' itip Fransa'da pastacılık eğitimi alanların, kariyerini bir anda silip küçük ama sevimli bir kafe açanların, kariyerini ani bir kararla terk edip kendini mistik doğuda arayanların canı cehenneme...”


Fırat Budacı’ya ek olarak:

* Bindiği takside kulaklığını takıp şoförle tek kelime dahi konuşmayarak cool olduğunu zannedenlerin canı cehenneme,

* Sigara içmeyi ‘adam olmak’ zanneden sesi daha oturmamış ergenlerin annelerinden bol parfümle gizlemeye çalıştığı sigara kokusunun canı cehenneme,

* Facebookta Zuckenberg’in getirdiği her saçmalığa itirazını bilgisayar ışığı ile aydınlanan odasında sessizce söylenerek yapanların canı cehenneme,

* Gazetelerin yazdığı her haberle gaza gelenlerin canı cehenneme,

* Çocuğa kendi adından önce küfür öğretenlerin canı cehenneme,

* Her ter kokana kendisi doğuştan deodorantlıymış muamelesi yapanların canı cehenneme,

* Yurt dışına gitmiş olmayı, gidip anı yaşamaktan önce tutup, feyslik foto arayışında olanların canı cehenneme,

*Reklamında kadın vücudunu kullanmadan yoğurt dahi satmayan borsa değeri ile kalitesi ölçülen şirketlerin canı cehenneme,

* Kendisine çiçek almadığı için ‘öküz’ diye nitelendirdiği heriflerinin aldığı hediyeleri parasına göre değerlendiren kadınların canı cehenneme,

*Kadınlara karşı ağzından güzel bir sözü cimrinin cebinden para çıkarışı gibi çıkaran heriflerin canı cehenneme,

* İnsan gibi alkol tüketemeyenlerin ve ağzıyla içmeyenlerin canı cehenneme,

* Futboldan başka söyleyecek sözü olmayanların canı cehenneme,

* Kaldırımları yap-boza çevirirken verdiği rahatsızlıktan dolayı sürekli özür dileyen belediyelerin canı cehenneme,

* Berberliğinden utanıp kendine kuaför diyenlerin canı cehenneme,

* Okuyup, dinlediğinden çok konuşanların canı cehenneme,

* Öss’deki puanının insanlığına bir artısının olmadığını hala fark edemeyenlerin canı cehenneme,

* i-phone’un bilindik zil sesini yükledikleri telefonlarıyla konuşma adabını dahi bilmeyenlerin canı cehenneme,

* Elindeki ceketi sahilde yere sürüyerek yerli dizi özentisi sahte aşk yanılsaması acısı çekenlerin canı cehenneme,

* Memleket meselelerinde dürüstlük taslayıp kahveye gittiğinde tavlada hile yapan amcaların canı cehenneme,

* Sokakta Greenpeace’çi çocukları dinleyecek iki dakikası olmayanların canı cehenneme,

* Kitap okuyorum diye geçinip popüler kültürün kölesi olanların canı cehenneme,

* Milletlerini çok severken insanlarını sevmeyi unutanların canı cehenneme,

* Şiirden nefret edenlerin canı cehenneme,

* Instagram’da paylaştığı pazar kahvaltısı fotoğrafı ile Cemal Süreya tanımlı mutlu olduğunu zannedenlerin canı cehenneme,

* Ota boka “canı cehenneme” diyenlerin canı cehenneme…



Derşan

18 Eylül 2012 Salı

yalnızlık ömür boyu



" yalnızlık.
her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır insanın bir yaşama sırasında
tek sermayesi, sahip olduğu tek şeydir
kıymetini bilmelidir, dedi.
yalnızdır insan
hep kalabalıklara karışma telaşı bundandır.
kalabalık yalnızlıklar, yalnız kalabalıklar oluşur, şehir şehir ülke ülke.
kalabalık arttıkça artmaktadır yalnızlık da.
insan bir ölümü istemez, bir de ondan beter bir yalnızlığı 
ama ikisi de muhakkak gelir başına bir yalnız yaşama sırasında.
ölümün değil ama yalnızlığın bir tek çaresi var, dedi.
tek çaresi aşktır bir yalnız yaşama sırasında nefes almanın
aşk da zaten iki yalnızın ortak bir yalnızlıkta buluşmasıdır, dedi
aşık olun! 
gösterin birbirinize yalnızlıklarınızı
nasılsa ayrılık insanın tek kişilik yalnızlığını özlemesi.
sade ölüm değil, ayrılık da yaşamın emri.." **





** 'Bana Bir Şeyhler Oluyor'dan

8 Eylül 2012 Cumartesi

Tarhana Kokusu



Parmaklar çok şey anlatır ama
Bizimkiler suskun
Çatlak oysa her yerinden
dipleri hayatın karası kaplı çatlaklar.
Ellerimize sıçramış yalnızlığımız
“Dokunmak yasak” tabelası da yok oysa.
Gelecek umuduyla beslendikçe
kanayan ruhumuz da yalnız.
“Elbet solacak çiçekler”
Desek kızarlar mı bize?
Çiçekleri özlesek peki?
“Nerde o beyazlara bürülü mazi”
Dese, yaşanmışlık kokan amca;
Ağlar mıydık?
Tarhana kokusu karışsa ayazımıza;
Gülümser miydik?
Ama beraber..



1 Eylül 2012 Cumartesi

Tüm Bunların Hepsi Aşk İçin Mi?



    Öldü “zaman”… Öldü akrep. Yelkovan, bir kez daha döner miyim acaba telaşında çırpınmakta son kez.

    Öldü “mesafeler”… Acısı duyulmadı hiç. Sadece öldü.

    Yaşayan bir tek “yalnızlık” kaldı geriye. İroni mi dersiniz bilmem ama yalnızlık da yalnız kaldı. Saçma değil mi yalnızlığın yalnız, tek başına kalması? Oysa o hepsinden çok istedi ölmeyi. Tanrı cezalandırdı onu. Tanrı da yalnız değil mi? Tanrı kendini de cezalandırmış olmasın böylece.

    Tüm bu çıkmazın ortasında tanrı “aşk”ı yarattı. Amacı neydi bilinmez, sadece yarattı. Zaman yokken yarattı. Mesafeler yokken yarattı. Bir tek yalnızlık vardı aşk yaratıldığında. Tanrı cezalandırdı mı aşkı yalnızlıkla? Tanrı öyle her şeyi cezalandırmakla mı uğraşır? Hiç sanmam. Sadece yarattı.

    Aşk, yaşadı yalnızlıkla bir süre. Cezası –yine ceza mı dedim- neyse çekti ki, sonunda tanrı zamanı diriltti.

    Akrep canlandı. Sessizce canlandı. Öyle çok sesi çıkmaz zaten akrebin. Sakince yaşar her şeyi. 

    Yelkovan hoyratça salındı durdu yine, ilk turunu atarken sonsuz ritminin. Yelkovan haşarıdır biraz. Mazur gördü tanrı.

    Mesafeler dirildi birden. Zamanla aşkın arasına girdi. Aşkı da, zamanı da değerli kılsın diye yarattı tanrı onu. Görevini sonuna kadar da yaptı.

    Yalnızlık yine yalnız kaldı. Tanrıyı kıskandı mesafelere karşı. Zamanı da aşkı da anlamlandıranın kendi olduğunu düşündü bencilce. Evet, bencildi yalnızlık.

    Ve tanrı “özlem”i yarattı sonunda. Tüm bu karmaşaya çözüm bulsun diye. Mesafelerle değerlenen zamanı da, aşkı da, yalnızlığı da özlemin şefkatine bıraktı.

    Tanrı neden özlemi yarattı? Siz tanrı olsanız, ne yapardınız tüm bu karmaşanın ortasında? Tüm bunların hepsi "aşk" için miydi gerçekten?.


Derşan

İlham verene sonsuz teşekkür..
(Fotoğraf: Pınar Şahintaş)

Yeniden




Kalbim artık kapalı aşka inanmıyorum
Bir kez daha sever miyim birini bilmiyorum
Aldattım aldatıldım ama son kez ağlıyorum
Her bitişte aslında yeniden başlıyorum
Her bitişte aslında yeniden

Gün doğmadan neler doğar diyorlar korkuyorum
Pes etme sakın sen devam et diyorlar yoruluyorum 
Yazın susuz kalan nehirler gibi kuruyorum 
Zaman gerek bana bekliyorum 
Zaman gerek bana bekliyorum 

Her seferinde yeniden küllerimden doğuyorum 
Her bitişte aslında yeniden başlıyorum
Her seferinde yeniden küllerimden doğuyorum 
Her bitişte aslında yeniden


Osman Sonant -Yeniden

iki siyahi atlet eylemi


200 metrede altın ve bronz madalya kazanan Amerikalı iki siyah atletin, Tommie Smith ve John Carlos’un siyah deri eldivenli yumrukları havada, başları önde posteri yıllarca hayal dünyamızı ve asıl oda duvarlarımızı süslemişti.

İtiraf ediyorum ki, Aynur Çağlı’nın o muhteşem haberini okuyana kadar aynı karede önde duran, gümüş madalyalı Avustralyalı beyaz atlete hiç dikkat etmemişim. Adı Peter Norman imiş…



İşte bu atlet geçen hafta öldü. Haberin ve konunun tekrar gündeme gelmesinin sebebi budur.

Gelelim hikayeye…

Mexico City’de 200 metre finali koşulmuş. Amerikalı (siyah) atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken, ikinciliği Avustralyalı (beyaz) Peter Norman kazanmış.

Madalya töreni için bekledikleri sırada, Carlos, Peter Norman’ın yanına gelerek sormuş:

- İnsan haklarına inanıyor musun?
- Evet, inanıyorum.
- Peki ya Tanrı’ya?
- Bütün kalbimle…

Bunun üzerine, iki siyah atlet kafalarındaki eylem planını açıklamışlar, Norman tereddütsüz katılmış:

- Ben eyleminizi destekleyeceğim, bana ne yapmam gerektiğini söyleyin!

İlk defa, o günler için müthiş bir provokasyon hatta devrim sayılacak bir eylem planlıyor iki genç adam: Amerika’daki ırk ayrımcılığını ve siyahlara reva görülen fakirliği ve ikinci sınıf vatandaşlığı protesto edecekler… Ama nasıl?

Fikir Norman’dan geliyor: bir çift siyah deri eldiven buluyorlar, sağ tekini Tommie, sol tekini John eline geçiriyor; fakirliği sembolize etmek için çıplak ayakla kürsüye çıkıyorlar, başları kederle öne eğik, sıkılı yumruklarını havaya kaldırıyorlar. Önlerinde duran beyaz atlet Peter Norman da, dayanışmasını göstermek için kalbinin üstüne ‘İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi Hareketi’nin kokartını iğneliyor.

Amerikan milli marşı çalarken plan icra ediliyor ve eylem koyuluyor.

Ve tabii (hatırlıyorum) dünya birbirine giriyor. Amerika ayağa kalkıyor. Olimpiyatlar bile gölgede kalıyor, dünya gazeteleri yumrukları havada siyah atletlerin fotoğrafını birinci sayfadan veriyor…

Amerikan Olimpiyat Komitesi iki siyahın spor kariyerini o saniye bitiriyor. Eylem amacına ulaşmış, Amerika’daki zenci azınlığın durumu dünya gündemine girmiştir. Smith ve Carlos spor hayatlarını (ve buna bağlı olarak geleceklerini) feda etmişler ama dünya tarihine geçmişlerdir. Dünyadaki yüz milyonlarca ezilmiş siyahın ilahı haline gelmişlerdir.

Peki ya Avustralyalı beyaz Peter Norman?

Meslektaşım Aynur’un anlattığına göre, Norman’ın da hayatı kararmış.

Tommie Smith diyor ki:

“Peter, bir beyazdı. O günlerde siyahların haklarını savunma cesareti gösteren, onurlu ve belkemiği sahibi beyaz çok azdı. Peter, Avustralya’ya döndüğünde kimse yüzüne bakmadığı gibi, herkes tarafından yargılandı. Onun da atletizm kariyeri bitti, spor çevrelerinden dışlandı. Tehditler, işsizlik ve tecrit nedeniyle öyle sıkıntılı günler yaşadık ki, üçümüzün de ilk evliliği sona erdi.”

Avustralya Devleti Norman’ı ölene kadar affetmemiş ama… Norman intikamını mezara götürmüş: 1968 Olimpiyatları finalinde ikinci olurken kırdığı 200 metre Avusturalya rekoru hâlâ, 38 yıl sonra kırılamamış.

Ölene kadar süren ‘eylem kardeşliği’…

İki amerikalı ve bir Avustralyalı ‘lanetli’ atletin o gün başlayan ‘eylem kardeşliği’ ve dostlukları ömür boyu sürmüş. Aradan geçen 38 yıl boyunca, yazışmışlar, buluşmuşlar, görüşmüşler.

Ta, geçen hafta, Peter Norman evinin bahçesinde kalp krizi geçirip 64 yaşında ölene kadar.

Ve şimdi, fotoğrafın sağına tekrar bakın

Melbourne’de yapılan cenaze töreni. ‘Onurlu beyaz atlet’ Peter Norman’ın tabutu, Tommie Smith (solda) ve John Carlos’un omuzlarında ..

"Doğru söylemenin yeri ve zamanı yoktur."



.alıntıdır.


8 Ağustos 2012 Çarşamba

Çocukluğumun Sokakları



Herkes çocukluğunun o masum sokaklarına dönmek ister. Yaşı kaç olursa olsun çocukluğunun geçtiği o küçük kasabaya dönmek mutlu eder insanı. Fakat ben mutlu olamıyorum. Çocukluğumun o masumluğu, sokaklarda ölmüş gibi kasabamızda. Binalar da insanlar da döndüremiyor beni çocukluğuma. Arada kalmış gibiyim. Bir yanımda antika dükkanı gibi kokan çocukluğum, bir yanda parası kadar güzel kokan parfüm gibi samimiyetsiz büyüklüğüm.

Olmasın istiyorum orada insanlar, olmasınlar ki toprağına değdiğinde ellerim belki anımsarım çocukluğumu. Ayaklarımdaki çamurla girerim belki yine evime. Annem kovalar belki beni, arkamda bıraktığım çamurdan ayak izlerimle beraber.

Olmasın istiyorum orada binalar, olmasın ki kerpiç mutluluklar yaşarım belki yeşil sokaklarda. Ağaçların herkesin olduğu, salçalı ekmek ve meyvelerle doyduğumuz günlere dönerim belki.

Olmasın istiyorum orada asfaltlar, olmasın ki ulaşmak emek gerektirsin. Sevdiği için emek harcamalı ya insan, çocukluğunu yaşamak için de emek harcamalı, kolay olmamalı çocukluk.

Olmasın istiyorum orada ağızlar, olmasın ki gözlerimle konuşabilirim belki çocukluk aşkımla sevimsiz sözlere inat. Sevdiğimi söylemektense sadece sevebilirim belki sokakların kuytu karanlığında.

Olmasın istiyorum orada ışıklar, olmasın ki gecenin karanlığında hikayelerini dinlediğimiz yıldızlar tekrar girsin hayallerimize. Biz yine hayret edelim onların bu kadar uzak ve ulaşılmaz oluşuna çocukluk sevecenliğiyle.

Olmasın istiyorum hiçbir yerde büyüklüğüm, olmasın ki çocukluğuma tutunabileyim sımsıkı, çocukça bir sevinçle..

31 Temmuz 2012 Salı

anlaşılmaz

özlemek ne basit bir kelime!
karmaşık olanı özlediğini bilip sevememek.
sevememek mi dedim.
nasıl kandırıyorum yine kendimi.
sevmiyorum!..
acaba emin miyim?
hayır özlüyorum ve kıskanıyorum
mutluyum onunlayken
başka bir şey düşünmüyorum onsuzken
korkuyorum da kaybetmekten
e daha ne olsun!
ne zaman onunla tanıştım,
yaşamaktan korkuyorum.
onsuz yaşamaktan,
onsuz mutlu olmaktan korkuyorum.
korkmaktan da korkuyorum şüphesiz.
saçmalıyorum.
düşünemiyorum.
bakmayı özlerken gözlerim
ellerim kıskanır gözlerimi
ben nasıl tutarım ki ellerini
hayır tutamam.
korkmak mı bu,
kıyamamak mı saflığına o güzel ellerin?
onu düşüncemden kıskanmam normal mi?
yok olmamalı!
sevdiğimden mi tüm bunlar
sevilmememden mi?
yoksa,
sevilip sevilmediğimi dahi
bilemememden mi?.


18 Temmuz 2012 Çarşamba

Barajlardan Nefret Ediyorum!


“Barajlardan nefret ediyorum.” Nereden çıktı şimdi bu der gibisiniz. Çünkü klavyedeki ellerimin bu soruyla hafifçe titrediğini hissettim. Çocukken barajlara acayip ilgiliydim. Suyun önüne küçük setler çeken barajımsılar bile hoşuma giderdi. Onlardan bir tanesinin yanına gittiğimde kendimi iyice küçük hisseder, mutlu olurdum kendimce. Bir gün amcamla balık tutmaya gittiğimizde baraj gölü o kadar çok dolmuştu ki yanındaki yol ile aynı hizaya gelmiş, taştı taşacaktı. O gün çok ilginç geçmişti benim için. Çocukluğumu mu attım üzerimden o gün yoksa gerçekten çocuk mu oldum bilemiyorum. Barajdaki su hafif hafif dalgalandıkça yola taşıyordu. Herkesin gördüğüydü bu. Ben ise orada özgürlüğüne kavuşmuş birkaç su damlası görüyordum. Gökyüzünde özgürlüğün sınırlarını zorlayan su burada hapsedilmişti. “Neden?” diye bağırmak geldiyse de içimden nice su damlasının kurtuluşunu izlemek ertelemişti haykırışımı. Az zaman sonra büyük bir gürültüyle barajın kapakları aralandı. Benim kapakların aralandığını dahi görmediğim anda yüzlerce belki binlerce su damlası koşarak kaçtılar buradan sevinçle. Geride kalanların hepsinin çıkacağını düşünmem o an hala çocuk olduğumun kanıtı gibiydi. Son ana kadar bekledim çıkışlarını. Çocukluk bu ya, masallar mutlu sonla bitmeliydi. Ama bitmedi. “Neden?.”

Şimdi görüyorum da insanlar koca koca barajların devasa boyutlarına hayran hayran bakıp “müthiş bir şey“ diyorlar. Evet, müthiş bir hapishane bu. Dünyanın en özgür ruhu olan suyu bile hapsedebilen bir hapishane. Bakın hala onların devasa betonlarına. Koyun onları da odanızın duvarına. Yanına da çirkinlik abidesi devasa gökdelen fotoğrafları yerleştirin. Hapsedin kendinizi ve özgürlüğünüzü betona, betondan şehirlerinize.

Doğanın önüne çekilen setlerin olmadığı, daha özgür bir dünyaya..


Derelerimiz özgürdür ve her zaman özgür akacaktır..


Diren Karadeniz !..


mavi duvar



gece vakti çıkar karşımıza hikayeler. acıdır, acıtır.. küçük bir anı yakalarsın ucundan hikayenin. gecenin mavi duvarlarını yıkar, gönlüne düşer şarkılar. yine acıtır. olmayan duvarlar acıtır. olamayan duvarlar...elinde hikayenle kalır ve göğe doğru haykırmak istersin "mavi, hep mavi" diye..

"şarkıyı yazan genç ve yine kendisi gibi doktor olan kız arkadaşı; tatillerinin bir bölümünü geçirmek üzere, delikanlının ayvalık'taki yazlığına gitmeye karar verirler ancak kızın biraz daha işi olduğundan, delikanlıya önceden gitmesini ve o'nu yazlıkta beklemesini ister...
delikanlı yazlığına gider ve sevgilisini beklemeye başlar... duvarları kızın sevdiği renk olan maviye boyar sevdiği çiçekleri alır.
ancak sevgilisi gelmez, merak etmeye başlar... evini arar ama sevgilisinin yola çıktığını söylerler kendisine... ve acı haber akşam saatlerinde gelir! kız; yolda kendi arabasıyla kaza yapıp ölmüştür...
delikanlı habere inanamaz... koşarak sahile iner... rüzgâra söver... söver... söver...
müzik tarihine de böyle bir şarkı bırakır ardından"




16 Temmuz 2012 Pazartesi

Korkuyor



İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi birşey vermedigi için.
Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için.



William Shakespeare

23 Haziran 2012 Cumartesi

Lapsus Calami 4



*** Çocukluğumdan kalma bir kokuymuş meğersem “kuş yuvası kokusu”. Yıllar sonra o kokuyu duyunca çam ağaçlarından düşen kumru yuvaları canlandı gözümde. Fakat şehir keşmekeşinde etrafta bulamadım yuvayı. Sonra Seyit Ali Aral üstada “Kuş yuvası kokusunu bildin mi Seyit Ali abi” dedim. ”Gerçeğinin öğle sıcağında dal ve telek koktuğunu bilirim. Rüzgar estirmiştir kokuyu da. Tam karga, saksağan, kumru yuvası ve yavrusu mevsimi” dedi. Aslında özlemimizmiş kuş yuvası kokusu..



*** Kim memleketin tüm anne babalarına “yaz okulunu kazandım” diye yutturduysa artık, bizimkiler“sen niye kazanamadın yaz okulunu” deyince bi şekerim, tansiyonum falan düştü. Yapmayın şöyle şeyler yazık ya. Ayıp da bir yandan. Hem de çok ayıp.


*** Hep merak ettiğim bir hissiyatsa oto yıkamada makina arabayı yıkarken arabanın içinde oturup olan biteni izlemektir. Pek mühim bir şey olmasa da merak işte.


*** “Domates sevmezsiniz, soğan yemezsiniz. Çiftçi düşmanları sizi.” dedi balık ekmeği getirirken, yıllardır Ferhat Büfe’nin Ferhat’ı olduğunu düşündüğüm abi. Ferhat Büfe de ayrı candır.


*** “Gece yatmadan önce yem vermeyin şu balıklara demedim mi olum ben size. Sağlıksız beslemeyin hayvanları.”


*** Kahraman bakkal süpermarkete karşı: Süper marketin tam karşısına aynı anda iki kişinin giremeyeceği ufacık bir bakkal açan amca yüreğine, cesaretine sağlık. Marketler parlak ışıklarıyla samimiyetsizlik saçarken sen bize para üstü olarak sakız vermeye devam et hep.


*** Daha 10 yaşlarında. Elinde boyundan büyük bağlaması. Gün yavaşça batarken İzmir sokaklarında, o balkonunda gün batımına karşı müzik ziyafeti sunuyor gece özlemi çekenlerin yorgun telaşına…


*** Okulda elinde yüzlerce anahtarın olduğu demetle gezen abladan fena korkarım ben. Okulda ne kadar kilitli kapı varsa ondan sorulur. Tüm okulun sahibidir bir nevi. Aradığı anahtarı tek hamlede bulmaz mı düşüp bayılasım geliyor.


*** “Hayatın sırrı ebediyetse, ömrün sırrı edebiyattır.”


*** Bazen böyle Penguen’de Uykusuz’da köşem varmış da yazıyormuşum gibi geliyor. İçim bi fena oluyor. Cıvık yumurta kıvamına geliyorum.


*** “Kırçiçeği pide&kebap… aşk mektubu yazdırır…” Lahmacuncu reklamı okudunuz. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim.


*** “ ’Ormanda terk olmaya geldik’ diye tezahürat mı olur olum” diyen fenerli bir arkadaşım da var. Gerçeğinin “Formanda ter olmaya geldik” olduğunu öğrendiğinde az kalsın Beşiktaşlı oluyordu. Zorla durdurdum. “Etme, gençliğine yazık. Kaybetmekten korksaydık Beşiktaşlı olmazdık” dedim. Galiba damarına basmışım. Oturup ağlaştık.


*** Masada peçeteye en uzak yerde oturan, tam bir zulümsün, hayattan soğuma sebebimsin.


*** Sırf serinleyelim diye çimleri sulayan fıskiyeyi yerinde söküp eğlence yaratan amca sen çok güzel bir insansın.


*** Forvet yeleli yan komşumuz aynı Falcao lan.


*** “Canın yanarsa en çok sevdiğine mi koşarsın, seni en çok sevene mi?” dedi. Kaldım ben öyle.


*** Çocukluğumuzun masum kokteyli: Fanta – Kola


*** Çocukluğumuzun gazoz tadı: Zafer gazoz.. Bir anlığına gazoz kapağı biriktirdiğiniz senelere dönüyorsunuz içince.


*** ‎”Babanın değişik arkadaşları da vardı. Mıstık bunlardan birisi. Karikatürist Mustafa Eremektar. Baba, bir gün arkadaşına uğrar iş güç için. Ev bodrum kat ve bileklere kadar su basmış. Mıstık abi öyle takılır orada, umuru değil foşur foşur suyun içinde yürür. Misafirlerine terlik uzatmak yerine lastik çizme verir. Bir sürü kâse, hamam tası kılıklı şey suyun üzerinde yüzer. Kiminde çay bardağı, tuzluk, biberlik, peçete, çakmak, kalem, çerez… Boğazda gemi trafiği misali. Baba sorar “Rahatsız değil misin?” Cevap geberticidir.“Aksine çok memnunum, hiç toz olmuyor, her yer hep tertemiz. Çünkü suyun içindeyiz. Ayrıca bak sigaraya.” Yanan izmariti odanın uzak yerine fiskeyle atar. Akabindeki ços sesi peşi sıra. “Yere atınca hemen sönüyor” der, sırıtır. Hayatın onlara ayak uydurmakta zorlandığı akıllardır.” Seyit Ali Aral babası Oğuz Aral için..


*** Arabanın arkasından yolu izlemek kadar zevkli, insana çocukluğunu yaşatan başka bir şey olmasa gerek.



*** Bomboş eshotta “Sayın yolcularımız lütfen otobüsün arkasına doğru ilerleyiniz” anonsunu duyunca şebeklik olsun diye en arka koltuğa geçişimiz akşam akşam eğlence yarattı yorgunluktan gözleri şişmiş şoför amcaya..


*** Kitaba başlayamama da bir nevi entelektüel cesaretsizliği midir?


*** Çocukluğumun berberi geçen şöyle dedi: “Kışın öğretmenlere yazın da biz esnaflara atarlar
ergenleri, çocukları. Adam edemedik bari siz edin diye”


*** Gülüşünün güzelliği ile utanmalı sevgili/ tıpkı Nazım’ın Piraye’si gibi…


*** Otobüs durağında üçlü oturakımsıda en solda oturmuş Uykusuz okuyorum. Yer yer Umut Sarıkaya ile gülüyor, Yiğit Özgür’le yerlerde sürünürken, Otisabi’de coollaşıyorum. Coolluğumun tavan yaptığı bir anda üçlü oturakımsının en sağına bir kız gelip oturuyor. Ben dergiyi okurken onun da Otisabi’yi okuduğunu sezince azcık ona doğru uzatarak yavaş yavaş okuyorum ki o da bitirebilsin diye. Abaza damgası yememek için Otis’ten Alpay Erdem’e geçiyorum. Belki konuşacak bir muhabbet olur diye Alpay Erdem’den de umutluyum. Coolluğumu bozmadan kıza hiç bakmıyorum. Nerden aklımda kaldıysa artık “güzele bakmama karizması”nı takınıyorum o an. Aradan geçen birkaç Alpay Erdemli, sevimli dakikadan sonra tam da cesaretimi toplamışken bir teyze belirdi az ilerde. Koştur koştur bir elinde pazar çantası diğerinde marul ve yeşillik torbası ile sıcaktan fena bunalmış şekilde attı kendini durağın içinde tam aramızdaki oturağa. Başlamadan bitirdin be teyze. Zalımsın pazar çantalı teyze.

http://neyinkafasi.com/lapsus-calami-4/


9 Haziran 2012 Cumartesi

Lapsus Calami 3

*** Eve misafir gelen yavru kargaya bunlar iki yüz sene falan yaşıyor diye o kadar hürmet ettim, besledim, öyle gönderdim. 200 sene yaşadıkları yalanmış meğersem. En fazla 40 yıl yaşıyolarmış. E o zaman bir ıslak ekmeğin 40 yıl hatrı olacak mı görücez bakalım.

*** Yağmuru seven insanın içinde küçük bir çocuk vardır hala. Sevin o çocuğu. Ve yağmuru elbet…

*** Uykusuz’da Ersin Karabulut’un “Amatör” köşesi candır. Yıllardır takip ettiğimiz karikatür dergilerinde en merak ettiğimiz yerler, anılar, kişiler… Özenle takip edilesi…

*** Battaniyenin uzun tarafını arıyorum. Gören oldu mu?

*** Yaz geldi. Balkon sefaları başladı. Balkona televizyon atıldı. Akşamları evin amcaları Euro 2012 başında, hanımlar içerde dizide... Maçlar biter bitmez ailecek dizilere balkonda çekirdekle devam. Balkon; bir evin neşe mekanı…

*** Karikatüristleri çizgisinden tanıdığım gibi insanları da gözlerinden tanımak isterdim. Fakat hayat yaptıkları ve söyledikleri ile tanıtıyor insanları…

*** “Dünya; karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana yanaştırıp yanaştırmadığınla ilgilenir”... Off çok sıkıcıyım.

*** Siyahımız lacivert, beyazımız mavi olsun; Şampiyon Adanademirspor'un yolu açık olsun... Vedat Özdemiroğlu’ndan. 

*** "Doğum gününü hatırlamıyom yavrım ama kar vardı bah, hemi de çohtu" diyen, yılın 5 ayı kar altındaki Karslı anneye dünyanın en iyi annesi ödülü verilse de azdır. O en güzel annedir, candır, bizdendir.

*** Dans etmek güzel şey, tabi ki yeteneği olana. Halay öğretmeye kalkan arkadaşları cinnet geçirme durumuna getirmek beni de üzüyor haliyle. Ben istemez miydim şöyle vals yapiyim. Olmuyor işte. Daha halayda bocalayan bünye salsada ne yapsın. Yanımdakinin adımına bakiyim, oradan kopya ile ben de adımımı atıyim derken o çoktan adımını değiştirmiş oluyor. Hele bir de elinde mendili sallamaz mı. O nasıl bir beyni bölüştür, aynı anda işleri hallediştir. Off kafam basmıyor cidden.

*** Yıllarca Demet Akbağ ile Yılmaz Erdoğan’ı evli zannetmiştim.

*** Çeşmeye ağzımızı dayayıp su içtiğimiz günleri özlüyorum bazen. Mahalle maçından çıkıp terli terli eve geldiğimi düşünüp damacanadan avucumla su içmeye giderken durduruyorum kendimi. Özlüyorum ben çocukluğumu.

*** Fillere basmayınız...

*** Selçuk Yöntem sesi için hangi doktora gitmemiz gerekiyor acaba? Bi kaç tane ses telini alsalar olcak gibi sanki ama bakalım artık.

*** Leğendeki suya kafamızı sokup denizde yüzmüş kadar olduk deve kuşu misali. Çocuktuk biz..

*** Gezmeli ve sevmeli insan “bir hikayem var” diyebilmek için.

*** Kapı önündeki ayakkabının içine evin anahtarını koymaktır güven. Mutluluk ise anahtarsız geldiğin evinde o anahtarı orada bulmaktır.

*** Apartman kapısının anahtarını unutunca ehtiyar apartman sakinlerimizin ziline basıp kaçan, beş dakika sonra da açık kapıdan sanki hiçbir şey olmamış gibi giren arkadaşım canımsın. Yüreğine indireceksin gariplerimin bir gün. Bence ayıp, hem de çok ayıp.

*** Küçük d (d) ile gülücük koymak nedir a dostlar.( :d ) Ne gülümsemeye benziyor ne kahkaha atmaya. Koyun işte büyük d (D) yi güldüğünüzü anlayalım yani. Büyük d (D) iyidir, candır. Göbeğini hoplata hoplata gülmektir. Büyük d li gülün. ( :D )

*** Yol tarif etmek benim için vicdan azabından başka bir şey değil. Güzelce yolu tarif ediyorum. İki tarafın da memnun olduğunu belirten güzel sırıtışlar ile karşılaşma son buluyor. İşte oradan sonra benim için işler değişiyor. “Acaba yolu bulabilmiş midir” “Kesin ordan yanlış dönücek bak” gibi düşünceler içimi kemiriyor. Aslında bizim memlekette bu konuda rahat olmam gerekir. Çünkü yol tarif etmek “Orda birine sorarsın” üzerine kurulu. Ben de öyle desem kurtulucam ama yok işte.

*** Bavulun üzerine oturup düşmekle düşmemek arası dinlenmeye çalışan insan da çok güzel bir insan tabi.

*** Bende yol gösterici tipi var da benim mi haberim yok. Bir saat içinde üç farklı yerde üç farklı kişiye yol tarif ettim. Yanımda o kadar insan varken niye ben?

*** Saat 12:30 a yarım diyen insana da ayrı gıcık olmuşumdur. Yarım dediğin 12:00 dır. Günler 25 saat oldu da bizim mi haberimiz yok. Hadi neyse bişi demiyorum.

*** İzmir Manisa yolu: bir nevi roller coaster…

*** Sabah sabah pijamaların üzerinde güneş gözlüğünü takıp poğaça almaya gelmişsin ama ben o gözlüğün altındaki uyku şişliklerini görür gibiyim.

*** Bir çocukluk zevki: Otobüs daha durmadan, hareket halindeyken inmek.

*** “Evleniyoruz A. Ö. Mutluyuz”A. ve Ö. nün bu aşırı saçma mutluluklarının bir yansıması olan kornalara katlanmak zorunda mıyım ben. Herkes mutlu olduğunda korna çalsa olur mu hiç. Memlekette sizden başka kimse mutlu olmasın mı istiyorsunuz bilemedim ben. Ayrıca A. ve Ö. diye kısaltıyosunuz ama ben amacınızı biliyorum. İsminize direkt küfür etmeyelim diye yapıyosuz. Sanki ben A. ve Ö. diye küfür edemiyorum. Pisler sizi. Neyse hadi mutluluklar…

7 Haziran 2012 Perşembe

Doğmamış Çocuğa Mektup


Merhaba. Henüz doğmadın ama seni sömürmeye şimdiden başladılar biliyor musun? Senin henüz oluşmamış ağzından mektuplar uydurup sen yazmışsın gibi televizyonlardan okuyorlar, salya sümük ağlayarak. Yalnız sakın ha sana üzüldüklerini sanma! O ağlayanlar ki zamanında öğretmenlerin parasına göz dikmişler, televizyon dağıtacağım diye on binlerin cebini boşaltmışlardır, sanma ki sana üzülsünler; onlar oturdukları yerden nice idama sevinç tezahüratları yapmış nice cinayete alkış tutmuşlardır.

Dedim ya, pek bir moda oldu, senin ağzından mektup yazıp salya sümük ağlayarak okumak. Pek bir istiyorlar doğmanı ve ağızlarından tükürükler saçarak savunuyorlar senin “yaşam hakkını”. Ama sanma ki doğduktan sonra da yaşamanı istiyor bunlar. Henüz doğmamış olan senin yaşam hakkını savunanlar, yarın öbür gün en ufak itirazında seni biber gazına boğacaklar ve öldüğünde “Eşkıya! Biri de ölmüş” diyecekler.

Belediye başkanları senin yaşam hakkını savunurken, onların korumaları tekme tokat saldıracak kadınlara ve saçlarından tutulup sürüklenecek ablaların, teyzelerin.

Şimdi sana ağıt yakanlar çocuğum, gün gelip de doğduktan sonra, canına okuyacaklar senin; zaten onun için istiyorlar ya doğmanı. Hele bir doğ da, gerisi kolay onlar için. Dünyanın en kötü okullarında okurken okulun kapısına sıkışırsa körpe bedenin ya da ucuzcu bir müteahhittin taktığı lavabo üzerine düşüp öldürürse seni, sanma ki şimdi bu salya sümük ağlayanlar lafını edecek.

Bakma sen, doğ istiyorlar ama, doğduktan sonra sana yaşam hakkı tanımayacaklar ki? Allah korusun başına bir hal gelir de bütün bir kasabanın siyasetçisi, memuru, öğretmeni, sivili, üniformalısı sırayla tecavüz ederlerse sana, “kendi istemiştir” diyecek hâkim abilerin. O zaman kılını kıpırdatmayacak sahte gözyaşları, botokslu teninden yağmur gibi akan o ablan.

Ya da belediyenin açtığı bir çukurda, açık bıraktığı bir logar deliğinde son buluverebilir ansızın hayatın. Ah, o zaman sanıyor musun ki hesap soracak şimdi salya sümük ağlayanlar belediye başkanına?

Okul bitecek, ya askere gidecek ya asker yolu gözleyeceksin. Belki bir bayrağa sarılı tabut içinde dönecek gencecik bedenin eve. O zaman bile üzülmeyecekler sana, fırsat bilecekler nefret çığlıkları atmak için. Gazetelerinde, propagandalarında bir rakam olacaksın sadece.

Bakma şimdi yaşama hakkını savunduklarına. Okullar, karakollar, cezaevleri, yetimhaneler, kışlalar bekliyor seni doğduktan sonra. Ve hepsinde, her an ölebilir, sakat kalabilirsin, bunların hiçbir önemi yok onlar için. Sadece sen doğana ve bir istatistik olarak kâğıt üzerine geçene kadardır onların yaşam hakkına saygısı. En ufak bir itirazında buharlaşıp gider o yaşam hakkın ansızın. Suçlu bile çıkarabilirler seni ve gerektiğinde yaşını bile büyütebilirler asmak için.

Dedim ya, ancak sen doğana, doğup da bir nüfus istatistiği olana kadar savunurlar yaşam hakkını. Çünkü güzelim; bu dünyanın dört bir tarafında, daha çok şeye sahip olanlar; paraları, pulları, fabrikaları olanlar her zaman daha çok nüfus isterler. Onlar senin yaşam hakkını; daha az maaş ödemelerine gerekçe gösterecekleri, pazarlarını bir ucuz iş gücü cenneti haline çevirecekleri istatistiğe katkı için isterler. Doymak bilmez futbol taraftarı gibi bir, iki, üç yetmez; beş tane kardeşin olsun isterler. Sırf fabrikaların, şirketlerin kapısında sıra olun da, sizden korkusuna zam isteyemesin diğer çalışanlar ve itiraz eden olduğunda hemen yerine geçin de dönmeye devam etsin çarkları diye.

İnsanca çalışma koşulları isteyenlere “nankörlük etmesinler, ben onların aldığının yarısına çalışırım” diyen kindar bir nesil istiyorlar çünkü. Seni; yaşatmak değil, tornadan geçirmek için istiyorlar. Köleliğe razı, en büyük korkusu işsizlik olan ve boğaz tokluğuna iş bulabilenin haline şükrettiği bir ülke için ihtiyaçları var sana.

Bakma güzel evladım, senin doğmanı insani gerekçelerle, yaşam hakkı diyerek istediklerine. Hele bir doğ, sendikanı yasaklayacak, grev hakkını elinden alacak, yazı yazmanı engelleyecek ve pisipisine ölmene bile gıkını çıkartmayacak o senin ağzından yalan mektuplar okuyan ablaların. Hep beraber el kaldırıp illa ki doğmanı sağlayacaklar ya, sanma ki zerre kadar seviyorlar seni; hani utanmasalar koşa koşa gidip tebrik edecekler annene tecavüz edeni.



Barış Uygur / UYKUSUZ

6 Haziran 2012 Çarşamba

Bir Sana Bir De Bana

Kızgın bir denizin dalgalarını andıran yüzündeki çizgiler, her katmanıyla bir yaşanmışlık barındırdığını gizlemeden açık açık, saklanmadan duruyordu yüzünde. Adımlarını yaşından dolayı mı ağır ağır atıyor, yoksa dondurması hiç bitmesin isteyen ve yavaş yavaş yiyen bir çocuk gibi anın tadını doya doya çıkarmaya mı çalışıyordu? Gençlik yıllarını düşünüp gitgide içine işleyen deniz soğuğunu umursamadı. Ne çok yürümüştü buralarda. Sahil yolundaki her bir taş bir anı barındırıyordu onda. Çok severdi taşları. Onları bir bebek olarak görürdü, dünya anadan doğmuş bir bebek... Hep öyle sevdi taşları. En beğendiklerini topladı. Gençliğinde sahilde taş sektirmece oynayan yaşıtları gibi onları denize atmadı, kıyamadı onlara. "Boğulur ki onlar" dedi bağırarak. Arkadaşlarıyla bu konuda kavga ettiği günler aklına gelince çıkıvermişti aniden o söz ağzından. Ürktü birden. Soğuğun etkisi diye düşündü. 

İlk kez birinin elini tutmaya çalışan kız çocuğu telaşıyla uzattı elini ileri doğru. Uzanan ellerin saf beyazlığına şaşarak güldü kavalyesi. Güldükçe gözleri kayboldu. Kayboldukça aşık oldu kavalyesine yine, yeniden. Birden eline değen sıcaklıkla ellerinin ne kadar üşüdüğünü anladı. "Genç değiliz artık be" dedi içinden, kavalyesine duyurmadan. Oysa ne yağmurlar ıslatmıştı aşklarını bu sahilde. Ne çiğler yağmıştı üzerilerine sabaha karşı güneşin doğmasını beklerken. En çok da güneşin doğuşunu izlemeyi severlerdi. "Sahi" dedi kavalyesine dönüp: "Uzun zaman oldu güneşin doğuşunu izlemeyeli". Onun kaybolan gözlerini tekrar görmeye başlayınca sustu. Elini çekti gizlice. Acıdı içi. Zor zamanları geçmişti. Nereden çıkmıştı şimdi bu istek. İmkansızı istemek gibiydi bu. "Geçliğin çok geride kaldı. O soğuğa nasıl dayanacaksın ki?" dedi kendi kendine yine. Yanlış bir şey yapmış çocuk edasıyla utandı ve başını eğdi. Adımları daha da yavaşladı. Taşlara baktı tek tek. Unutmaya çalışsa da dediğini, bu sefer yardımcı olmadı ona minik taşları. "Siz de mi sırtınızı döndünüz bana" diyecekken omzundan tutan bir kol çekti onu kendine doğru. Durdular. Sıkıca sardı onu. Utancının geçmediğini gördüğünde alnına bir öpücük kondurdu kavalyesi. Işıl ışıl parlayan gözlerinden doğru anahtarı kullandığını anladı. Tekrar tuttu ellerinden ve yürümeye devam ettiler. 

Yorgunluklarını atmak için geldikleri sahilde daha da yorulmuşlardı. Kendileri gibi yaşlı, tahta bir banka oturalı az zaman olmasına rağmen el ele geçen kaçıncı çiftti bu bilemiyorlardı. "Herkes sevmeye muhtaç ki bu kadar çok seven var" dedi . "Gezmeli ve sevmeli insan 'bir hikayem var' diyebilmek için." diye karşılık verdi kavalyesi gözlerinin içine alaylı bir bakış fırlatarak. Ne çok atışmaları olmuştu böyle. Aşkı farklı tanımlamasalar da ayrı cümleler kurmak yetiyordu onları küçük bir atışmanın içine sokmaya. Söyleyecek (hatta uyduracak) sözleri kalmadığında tatlıya bağlayan yine kavalyesi olurdu. İkisini de mutlu eden, aşk üzerine minik bir dörtlükle noktayı koyardı. Aklına gelen tüm bu şeyler canını mı acıtıyordu yoksa güzel anılar yaşamış olmak onu daha da mutlu mu ediyordu? Küçük de olsa acıyordu canı. Geride kalanlar çoktu çünkü. Umuda ise yer yoktu yaşlılıkta. Umut seneler demekti. Umut gelecek demekti. Ama onların seneleri, gelecekleri yoktu. Umutları ise hiç...

Çalan zilleri duyduğunda ikisi de aynı yöne baktı. Gelen iki bisikleti gördüklerinde hayat yavaşlamıştı bir anda. Deniz dalgalarını durdurmuş, martılar uçmaya ara vermişlerdi. Sahil çaycısı dahi ağır ağır dolduruyordu tüm gün bekleyen bayat çayı çirkin plastik bardaklara. Ağır çekimde gelen iki bisiklet... Birinde küçük şakalarla sevdiğini kızdırmakta olan bir erkek, diğerinde ise bu oyuna gelmemek için zili çalıp onun dikkatini dağıtmaya çalışan kız...Yavaşlayan hayat bir anda durdu. Asılı kaldı vapurlar ve rüzgar denizin üzerinde. Hani aynı rüyayı görürmüş ya sevgililer. Öyle bir şey oldu ki o an, ikisi de kendini gençliklerinin aynı anında buldular; beraber bisiklete bindikleri o anda...

***

O gün elinin titremesine ve terlemesine hakim olamıyordu. Pembe bisikletinin üzerinde sahilde bekliyordu. Yine her zamanki gibi bir taş bulmuştu sahilden. Onun hikayelerini dinlerken bir yandan da denizi seyrediyordu. Balık tutmaya gelenler ellerinde oltaları saatlerce beklemeye hazır sabır taşı gibi oturuyorlardı. Eline aldığı çekirdeği ile gün boyu denizi izleyen balıkçıyı düşündü. Tek bir balık tutmak dahi mutlu ederdi onları. Aşk gibiydi işte o da. Beklemekti sabırla. O da bekliyordu işte denizin ve taşının üzerinden bir türlü alamadığı heyecanla. Bu onların ilk kez bisiklete binecekleri gündü. Çok kez buluşmuşlardı. Gizli gizli aşklar yaşamanın doyulmaz heyecanının olduğu yıllardı. Yaz sinemalarında herkesin elinde bir gazoz, filmden çok sevdiğinin izlendiği yıllardı. Aşkın içinin bu kadar boşaltılmadığı, soğuk bir kış gününün dahi baharmış gibi yaşandığı yıllardı.

Arkasından bisikletinin zilini çala çala gelen kavalyesini gördüğünde az önce bir anlığına yitip gitmiş heyecanı aniden geri gelivermişti. Hemen kafasını önüne çevirdi. İmkanı olsa yerine sığmayan kalbini birazcık da olsa durdurabilirdi. Çünkü gerçekten uçup gidecekmiş gibiydi göğüs kafesinden. Ellerini ise bisikletin gidonundan bırakmaya korkuyordu. Bıraksa yere düşecek gibiydiler. Neden böyle olmuştu. Hemen arkasına dönmeli, selam vermeliydi. Yaklaşmıştı, hissediyordu. Kafasını çevirdiğinde çoktan yanına gelmiş olduğunu gördü. "Keşke gelişini izleseydim belki geçerdi şu lanet heyecanım" diye düşündü. Şu an çabuk geçsin diye yalvardı tanrısına, küçük de bir umutla.

Merhamet eden tanrısı sanki atlatmıştı o sahneyi onlara ya da ona öyle gelmişti, sadece heyecandan hatırlamıyordu ne olduğunu. Birden kendini bisikleti sürerken buldu. Kavalyesi ona bir şeyler anlatmaktaydı. Gözlerine bakmaya utanıyordu. Sürekli önüne bakıyordu. Sahilde otursalar ne yapardı ki? Şimdi en azından önüne bakmak gibi bir mecburiyeti vardı. Bu anın tadını çıkaramıyordu. Sevgi bu muydu yoksa? Elinden hiç bir şeyin gelmemesi miydi? Öylece sürdü pembe bisikletini düşünceler yumağı aklını kurcalarken.

Kavalyesi nispeten daha rahattı ona göre. Gözlerinin içine bakmaya çalıştıysa da sürekli karşısında rüzgarla savrulan saçlarını görüyordu: "Bir sevebilsem saçlarını."  Saçlarından fırsat buldukça küçük anlar yakalayarak yüzüne bakıyordu. Burnunun bu kadar küçücük oluşunu hayranlıkla izliyordu. Fark etmemiş miydi ki daha önce? Aşk kör eder insanı ama bu kadar da olmaz ki diye düşündü: "Daha sevdiğimin burnunu yeni fark ediyorum." Gözlerini kaybederek güldü yine sessiz sessiz..

Utangaçlığında en ufak bir azalma olmadan yolu izlemeye devam ediyordu. Az daha yavaş gitseler taşları tek tek sayacak belki de heyecanı az da olsa gidecekti. O kadar kaptırmıştı ki kendini yola, kavalyesinin ona doğru yaklaştığını dahi görmedi. Eline değen şeyi algılayamadı önce beyni. Bir refleksle çekmesi gerekirken öylece durdu. Elinin üzerindeki sıcaklık iyice arttı. Bir bakış atana kadar eline anlamamıştı dahi ne olduğunu. Görür görmez telaşlandı. Aniden ona doğru döndü. Ne yapacağını bilemeden gözlerine bakmaya başladı. Bıkmadan gözlerine bakıyordu. "N'apıyorum ben" diyen iç sesini dahi duymadı o an. Sadece tek bir şey vardı: O da gözleri... Git gide kısılmaya başladı gözleri. Kayboluyorlardı. Evet git gide kayboluyorlardı. Yüzüne baksa o an nasıl bir mutluluk yaşanır görecekti. Fakat bakmadı yüzüne. Sadece gözleri vardı, yok olmaya doğru giden, simsiyah, mutluluk dolu gözleri. Şimdi fark etmişti. Gözleri siyahtı, kömür siyahı. İnsanı içine alıveren bir siyah. Daha önce bakmamış mıydı. İnanamadı kendine. Nasıl olur da bu zamana kadar bakmazdı. Sadece göz bebeklerini görmeye başladığında bir ses duydu. İç sesi gibi onu da duymadı. bakmaya devam etti. Ve o anın sonunda gördüğü tek şey yine onun gözleriydi; büyümeye başlayan gözleri...

Ne olduğunu bilmeden gözlerini kapatmıştı. Hala etraf karanlık ve sessizdi; kocaman bir hiçlik... Açtığında bir şeyler göreceği gözlerinin varlığını dahi bilmiyordu belki o an. Sadece bekledi. Bekledikçe tek bir şeyi fark etti. Tek eli hala sıcaktı.

Gözlerini açtığında etrafta çok kişi vardı ama o sadece birini gördü: O an eli ile kendisine bağlı olduğu birini, kavalyesini... Gözlerinin büyüklüğüne de şaşırarak yine bakmaya devam etti. Hiç bu kadar büyük görmemişti o gözleri. Küçülmelerini seviyordu o. Ne olmuştu ki? Etraftaki insanların azaldığını hissedebiliyordu. Birden doğruldu ve ayağa kalktı. Baktığı gözlerde bir istek vardı: "Ne olur gülümsesin". Duydu sanki o içten isteği. Ve küçücük bir gülümseme yayıldı dudaklarına. Karşısındaki gözler de kısılmaya başladı yavaşça.

Ne olduğu umurunda bile değildi. Tek istediği tekrar bisiklete binmek ve onun elini tutmaktı. ikisi de atladı bisikletine. Sanki o utangaç kız gitmiş yerine başkası gelmişti. Savurdu saçlarını rüzgarla beraber. Gizlediği yüzü apaçık ortadaydı artık. Elini uzattı birden bisikletin üzerinde ona doğru. Şaşkınlık içinde olan bu sefer kavalyesiydi. Ne yapacağını o da şaşırmıştı bir an. O da uzattı elini. Bir pamuk kadar yumuşak elinin kavrandığını hissettiğinde özgürdü artık. İkisi de başını aniden yukarı kaldırdı. O an yağmur başladı. 

***
   
Hala beraber sahildeydiler. İkisinin de aklında "o an" vardı: El ele tutuşup yağmurda bisiklet sürdükleri, sonsuzluğa giden aşklarının en tatlı anı... Deniz ve ay ışığı sessiz, güneş doğmak üzereydi. Ve ikisinin de üzerilerine çiğ taneleri yağmıştı.





Babazula - Bir Sana Bir De Bana

3 Haziran 2012 Pazar

nazım hikmet



1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşında Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova komünist üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insanlar otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prag'dan Havana'ya

Lenin'i görmedim nöbetini tuttum tabutunun başında 924'te
961'de ziyaret ettim anıt kabri kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim

951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın

içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim

bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falına baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak

kansere yakalanmadım daha
yakalanmam de şart değil
başbakan fakan olacağım da yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir

(11.9.'61 - Doğu Berlin)

30 Mayıs 2012 Çarşamba

yazmak

Sizin hiç aklınızdan geçenleri yazıya dökmeye yetişemediğiniz oldu mu? Bir cümleyi yazarken bir sonrakini çoktan düşündüğünüz ve onu da yazmak için sonsuz sabırsızlandığınız oldu mu? Parmaklarınızın düşünce hızınıza yetişememesine lanet ettiniz mi peki? Elinizde not edeceğiniz bir şeylerin olmaması nedeni ile unuttuğunuz nice fikirler ve cümleleri özlediğiniz olur mu? Yazdıklarınızı tekrar tekrar okuyup sanki siz yazmamışsınız gibi defalarca güldüğünüz ya da ilk kez okuyormuş gibi duygulandığınız ?.. Yazarken zamanın nasıl akıp gittiğini fark edemediğiniz... Peki yazdığınız karakterle beraber yağmurda ıslanır gibi olup ürktüğünüz oldu mu? Kendinizi bir sahil kasabasında gün batarken eski parşömenlere dolma kalemle roman yazar gibi hissederken, aslında evde ayaklarınızın üzerinde battaniye ve kucağınızda laptop ile oturduğunuz oldu mu? Yazdıkça mutlu olduğunuz oluyor mu? Benim oluyor da...

29 Mayıs 2012 Salı

Tahirle Zühre Meselesi


Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da 
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, 
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte 
yani yürekte. 

Meselâ bir barikatta dövüşerek 
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken 
meselâ denerken damarlarında bir serumu 
ölmek ayıp olur mu? 

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da 
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil. 

Seversin dünyayı doludizgin 
ama o bunun farkında değildir 
ayrılmak istemezsin dünyadan 
ama o senden ayrılacak 
yani sen elmayı seviyorsun diye 
elmanın da seni sevmesi şart mı? 
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık 
yahut hiç sevmeseydi 
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden? 

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da 
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Nazım Hikmet

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Lapsus Calami 2


*** Cumartesinin ayrı bir güzelliği var sanki. Pazar gibi değil mesela. Pazar iticidir. Balkonda pijamalı göbekli heriflerin sabah sabah gerinmesidir pazar. Ama bak cumartesi öyle mi. Cumartesi, ailecek balkonda kahvaltı yapmak demek. Komşulara kek neyin vermek demek balkondan balkona. Çok severim ben cumartesileri.

*** Bazı tuvaletlerde pisuvarlar boylara göre uzundan kısaya diziliyor ya ben buna çok seviniyorum. Boyum 1.50 olmasa da öyle olan birinin 1.80 ile aynı seviyede işeme mecburiyeti beni kızdırıyor. 1.80 için hava hoş ama nedir 1.50 nin çektiği. Hayali bile kötü. Pisuvarlarda da insanlar düşünülmeli bence. Evet bence.

*** 30 dakika garantisi veren pizzayı belki bedavaya alırım diye beklerken yaşadığım gerilimle karnım daha da acıkıyor. Zalımsın domi.

*** Aslında pisuvar dediğin estetik olarak çirkin bir şey. Sevilecek şey değil.

*** Kuyrukta bekleyen teyzeler çok telaşlıdır. Kuyruğa girip çıkanları takip ederler. Kuyruğu düzene sokmaya çalışırlar. Sanırsın dünyanın yanlışlarını düzeltiyorlar. Ama gerilmeye de çok müsaittirler. En ufak bir kuyruk tartışmasını körükleyebilirler. Yapma teyzecim. Bırak aksın kuyruk kendince. Yapma.

*** “Biz sirke ile evlendik. Aman siz zeytinyağı ile evlenin” dedi hoş bir sohbette amcam. Ve ben evlenmeden anladım galiba ne demek istediğini…

*** Bankamatik kuyrukları medeniyetin sınandığı yerler gibi sanki.

*** Apartman girişindeki zemin kat penceresinden hayatı izleyen teyze de ayrı bir candır. Hele bir de yanı başında kedisi varsa…

*** Fal baktırmak dediğin saçma şey. Adam senin eski sevgilinin adı ile memleketini söylüyor, sen de bundan tatmin oluyorsun. Zaten bildiğin bir şey onlar. Eski sevgilisinin adını bilmeyen var mı? O yüzden bu bilginin başkası tarafından söylenmesi niye bu kadar çekici olsun ki? Hatta bazen eski sevgilinin adının içinden üç harf söylüyor. Bak bak bak… Bir de gizem katmaya çalışıyor. Yok arkadaş bir sevemedim ben şu falı.

*** Bir evde “diş macununu ortasından sıkma” ve “banyo terliğini ıslatma” kavgası çıkıyorsa o evde mutluluk vardır. O evde sevgi vardır. Güzeldir o ev.

*** Sürekli evine hediye rakı gelen bir abi varmış. Onun da alkolden nefret eden bir eşi. Dostlar sohbetinde bizim abi arkadaşlarına gülerek eşinin bu rakıları lavaboya döktüğünü anlatmış. Arkadaşlarından biri durduramamış kendini: “Oğlum dökülür mü hiç rakı? Vallahi günah. Çok fena günah hem de. Sen getir, gerekirse biz dökeriz onu.”

*** Sokakta dağıtılan el broşürlerinden birer tane alıp “Elindekiler bitince anca gidebiliyorlar. İşleri o kadar da ondan alıyorum” diyen insan, sen harikulade bir insansın.

*** Bir insanın egeli olması iyi, hoş, güzel de; insanın annesinin egeli olması çok daha bir güzel.

*** Küçükken ağaç ev yapılan filmlere özenip, yemiş(bkz: incir) ağacımıza bir çivi çaktığım için dedemden tokat yemiş bir insanım. Tek sebep ağacı ağlatmamdı. Doğa sevgisi bundan daha öte bir şey olamaz.

***Model konserinden sonra çiçek vermek için sahneye gelen ve “Sayın Model hanım” diye söze başlayan belediye başkanı canımsın.

*** “da” eki karadenizde hep ayrı yazılır.

*** Annesine özenip hayatlarında ilk kez makyaj yapmaya kalkan küçük kızlar vardır. Ayaklarında da annesinin topuklu ayakkabısı ve yerlerde sürünen elbisesiyle, dudaklarındaki kıpkırmızı ruju sağa sola bulaştırmamak için ağzını dahi kapatmadan gülümseyerek gezer evin içinde. Yüzünün her yerinde kat kat makyaj malzemesi vardır. Zaten al al olan yanaklarına allığı da çok sürdüğü için kıpkırmızı yanaklarıyla tek amacı vardır; kendisini babasına beğendirmek. Tatlıdır, güzeldir, sevilesidir. Ama şöyle bir şey var ki hiç çekilmez. Tüm bu ritüelleri düğünlerde yapan kadınlar… Yapmayın o kadar makyaj işte. O ancak beş yaşındaki bir kız çocuğunda tatlıdır.

*** Yön duygusunda sıkıntı olan insanı görünce çok duygulanıyorum ben. “Sağa döneceksin” dediğimde “Kalem tuttuğumuz tarafa mı?” diye cevap veriyor ya, çok ağlamaklı oluyorum. Elinden tutup kendim götüresim geliyor onu istediği yere. Ona yönleri öğretesim geliyor. Şefkatim kabarıyor.

http://neyinkafasi.com/lapsus-calami-2/


22 Mayıs 2012 Salı

uçmak


kanatsız kuş olmak zordur
Minik parmağını gökyüzüne doğru uzatmış, ayaklarının ucuna doğru hafifçe çıkarak adeta gökyüzüne dokunmaya çalışan bir çocuk... Annesinin elini sıkı sıkı tutmasına karşı savaş veriyor adeta oracıkta. Gelen geçen herkes onun sapsarı uzun saçlarına ve masmavi gözlerine takılmış, kafasını okşayıp geçiyor. Tek bir kişi dahi kafasını yukarı kaldırıp bakmıyor dahi. Sıradan hayatlarına küçücük bir farklılık katmadan devam etmekte bir sakınca görmüyorlar kendilerince. Ama o ise bir şeyler anlatmak ister gibi kafasını da yukarı kaldırmış bakıyor. Ağzından en ufak bir ses dahi çıkmasa da onun bu çığlığını bir tek ben duyuyorum.


Gökyüzünün mavisine yaraşır kıpkırmızı bir paraşüt... Beton binaların kısıtladığı o daracık gökyüzünde çıkıveriyor küçük bir çocuğun karşısına. Koskoca şehir yaşamında binlerce kişi tarafından fark edilmeyen bu şey, işte o çocuk sayesinde fark ettiriyor kendini bana. Ve küçük bir çocuğun hayallerine yaraşır bu macera burada başlıyor.

Uçmak herkesin içinde yıllarca taze kalan büyük bir hevestir.. O değil midir ki uçan kuşları kıskanıp, bulabildiğimiz küçük duvarlardan atlatarak uçma taklidi yaptıran. O değil midir ki gökyüzünü yarıp geçen o devasa uçaklara, annesinin sesini duyan bebek gibi aniden coşkuyla baktıran. Uçmak “aşk” gibi bir şeydi işte.

 “Kanatsız kuş olmak zordur” derken şarkılar fark etmemiştik özgürlüğün tadının bu kadar özel olduğunu. Yaşamak gerek diye düşünüp günümüz insanı üşengeçliği ile seyretmeyi tercih etmiştik zamanla. Fakat yaşamak gerekti gökyüzünü, tatmak gerekti özgürlüğü..

Gün geldi ve uçtuk. Yaşam sevdalısı olarak tattık yine özgürlüğün o doyulmaz tadını.

“Not: gözlerinin mavisine benzer bir denizden gelen ılık meltemle savrulan sapsarı saçları ile koşturuyor iskelede yine o çocuk. Bir anda duruveriyor. Yavaşça eğilip, denizin dibini seyrediyor özenle. Bana bir şeyler anlatmak ister gibi sanki… “




Coldplay - Paradise

18 Mayıs 2012 Cuma

ütopyalar güzeldir




Düşten de mor bir aşkı, yaşadın da gittin yar


Bir gittin ki sus oldu, pusa büründü hisar


Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi


Bir gün gelecek elbet, ütopyalar güzeldir


Onu bana verseler vermeseler ne yazar


Ben bir kadın sevdim ki evim artık gül kokar


Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi


Bir gün gelecek elbet, ütopyalar güzeldir



lapsus calami

*** Bir insan egeli ise tatlıdır. O çok güzel bir insandır. Hele ki normal hayatında güzel türkçesi ile döktürürken, babaannesinin yanına köye gittiğinde ege şivesine dönmesi bir kaç saniyesini alıyorsa daha bi güzel insandır.

*** Benim bildiğim içki içmek için "murat 131 ve toros"larını kapıp gelen insanlar güzel bir şehir manzarası olan dağlık bir yeri seçerler. Açarlar müziklerini son ses (Kibariye'den), arabanın kapıları da açık güzelce demlenirler. Pamukkale'de öğrenci tepesine gelip, paraşütler kalkarken demlenmek nedir kardeşim. Aynı ritüeller yine geçerli tabi: son ses Kibariye, murat 131 ve tuborg. Neyin kafasındalar çözemedim tabi.

*** En güzel zevkler listeme iki tane daha eklendi dün. Birisi vapur iskelesinin içinde bisiklet sürüp, vapura binmek. Diğeri de çevreyolunda köprüden aşağı doğru bisikletle inmek. İkincisi pek anlaşılamadı biliyorum ama fena güzeldi.

*** Dinlenmek için bisikletlerle durduğumuzda bir sıkıntı olup olmadığını sorup selam veren güzelim İzmir insanı canımsın.

*** İzmir çok güzel şehir ya allah belasını versin.

*** Bi gün bisiklet kiralayıp gezdim. Hemen de "Alpay Erdem"leştim. 

*** O an televizyonda dizide bir şarkı çalar. Ekranın hemen altında bir yazı belirir: "şarkının adını yaz bilmem kaça gönder müzik cebine gelsin." Noldu ona. Görmüyorum ben bayadır.

*** "Ya sen al üçer tane daha bira. Bakarsın savaş mavaş çıkar, darbe olur, efes fabrikaları falan kapatır. Kalmayalım sonra gece gece birasız." Babamdan inciler..

*** Telefonunu kemerine taktığı telefon kabında taşıyan insan, evet güzel bir insan. Ben nerede öyle bir insan görsem orası çok samimi bir yerdir derim. Bir kahvehane ise oturup bir çaylarını içerim.

*** Ne zaman tiyatro çıkışında bir köfteci görürsem (stat çıkışı misali) o zaman benim çok mutlu olacağım zamandır. Tiyatroya gidenlerin hiç karnı acıkmaz mı yani. Yapın bir güzellik.

*** Her otobüse binişimde acaba bu otobüste mahsur kalsak nasıl bir hayatımız olur deyip "Lost"a bağlıyorum. Birisi Jack olup grup lideri oluyor, Sawyer tipli bir herif kızları topluyor etrafına falan. Çok dizi izlememek lazım ya da otobüse ayık binmek lazım.

*** Bizim evin yakınında bir seyyar simitçi bir abimiz var. Sürekli ondan alıyoruz simitimizi poğaçamızı. Ama gün geliyor insan sıkılıyor simit-boyoz-az çeşitli poğaçalardan. Az ileride olan Site'den bilimum çeşit poğaça falan almak istiyor canımız. Ama o Site poşetiyle o abimizin yanından geçiyoruz ve o da poşete bakıp "sen de mi be Derşan" diye bakış atıyor ya ben buna çok üzülüyorum. işte o zaman anlıyorum büyük balığın küçük balığı yemesine ben de katkıda bulundum. diyorum kendime "pis bir herifsin sen Derşan."

*** Otobüs yolculuğunda cool olma çabaları insanoğlunun hayatla bir sınavı olsa gerek. Cam kenarına geçip kulaklığı takana bir haller oluyor. Camdan dışarıyı izleyip ıssız adam moduna geçmeler, otobüse binenlere, yanına oturana bakmamalar, otobüs ikramlarından almamalar, muavinle çok muhatap olmamalar falan..

*** Bir zamanlar bizim evde "uçan çamaşır makinesi" vardı. çalıştırdıktan sonra bir helikopter edasıyla sesler çıkartarak banyonun içinde o köşe senin bu köşe benim gezip duruyordu. Bıraksak banyonun o küçük penceresinden atlayıp kaçacakmış gibiydi. Her çamaşır yıkayışımızda ona işkence çektiriyormuşuz gibi geliyordu bize. Makinenin bir güzel huyu daha vardı. Sürekli bir ev arkadaşımın çamaşırlarını yırtardı. Ama sadece onun çamaşırlarını. Nasıl becerdiğini hala çözemiyoruz. Ve bir gün isyan bayrağını çekti. Biz de bu özgür kuşu serbest bıraktık. Özledik seni uçan çamaşır makinesi.

 http://neyinkafasi.com/lapsus-calami/

18.05.2012
"Durakta bekliyorum konuşamayan bir ana elindeki bir aleti (astım hastaları kullanıyormuş.) ve 3 yaşlarında çocuğu gösteriyor.
Ne oldu diyorum hastaneye mi gideceksin bak şurada kafa sallıyor yok diyor 2 tl'sı var onu gösteriyor.
Yol parası mı lazım o kadarlık var verim diyorum yok diyor 10-15 minibüse el etse de dilenci zannedip kimse durmuyor.
En son bir minibüse birlikte biniyoruz ağlıyor bağırıyor ama derdini anlayamıyoruz.
Eline kağıt kalem veriyorum yazmayı da bilmiyor.
En son 40 tl istediğini elindeki ilacı çocuğa lazım olduğunu anlıyoruz. Yaklaşık 10 kişiden 40 tl toplanıyor minibüste, eczaneyi gösteriyor eczanede minibüs duruyor. Soruyoruz böyle bir ilaç var mı ne kadar diye.
Hayati bir astım ilacı olduğunu öğreniyoruz. Fiyatı tam 40 tl !
Çocuğu için saatlerce bağıran hor görülen dilenci diye tip tip bakılan o ana sadece ilaç parasını istemiş.50 tl toplim 10 tl bana kalsın bile dememiş.
Sevinçle minibüse biniyor herkesin elini öpmeye çalışıyor.
Analık ve insanlık dersini aldıktan sonra haber bültenlerindeki ekonomi manzaraları aklıma geliyor.
Böyle insanlar bu haldeyken kimse bana kişi başına düşen milli gelirden bahsetmesin.
Benim için önemli olan gelir düşmeyen kişiler analar ailelerdir."

16 Mayıs 2012 Çarşamba




*** “Ayakkaplarım” diyen insan, bence çok güzel bir insan.

*** Medeniyet dediğin gecenin bir körü bomboş yolda kırmızı ışıkta beklemek değil de nedir?

*** Otobüs durağında “70 geçti mi?” diye soran adama “970 mi?” diye soruya soru ile karşılık veren ben mi saçmayım, yoksa “yok düz 70” diye cevap veren o mu ben çözemedim. Evet ikimiz de saçmayız galiba.

*** Sarhoşa serfoş diyen babaannem candır.

*** 'Jan Dark'ın öteki ölümü'nde jan dark hapishanede idamını beklerken; "tanrım! neden eninde sonunda bütün kahramanlarını yalnız bırakırsın!"

*** Alt komşumuz büyük bir iyilik yapıp bize yine yemek getirdi. Bir ay bizde kalan tenceresini hatırlamış olacak ki tabağı boşalttırıp geri istedi. Zalım öğrenci evleri..

*** Aliağa termik santraline karşı durun: http://www.1milyon.org/

*** Gömleğinin sol cebinde sigara ve bilimum kartvizit ve kağıt taşıyan insan da çok güzel insan be.

*** Yıl olmuş 2012 hala telefonu kemerde takılı kabı ile taşıyan insanda bir amca samimiyeti var sanki.

*** Kibarca kısa boylu tanımı: eklem bacaklı.

*** demet kalın varmış diyolar. serdar ortaç varmış diyolar. ajdar varmış diyolar. valla ben canlı canlı hiç görmedim. umarım yokturlar.

29 Nisan 2012 Pazar

'Bana Bir Şeyhler Oluyor'dan

yalnızlık.
her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır insanın bir yaşama sırasında
tek sermayesi, sahip olduğu tek şeydir
kıymetini bilmelidir, dedi.
yalnızdır insan
hep kalabalıklara karışma telaşı bundandır.
kalabalık yalnızlıklar, yalnız kalabalıklar oluşur, şehir şehir ülke ülke.
kalabalık arttıkça artmaktadır yalnızlık da.
insan bir ölümü istemez, bir de ondan beter bir yalnızlığı
ama ikisi de muhakkak gelir başına bir yalnız yaşama sırasında.
ölümün değil ama yalnızlığın bir tek çaresi var, dedi.
tek çaresi aşktır bir yalnız yaşama sırasında nefes almanın
aşk da zaten iki yalnızın ortak bir yalnızlıkta buluşmasıdır, dedi
aşık olun!
gösterin birbirinize yalnızlıklarınızı
nasılsa ayrılık insanın tek kişilik yalnızlığını özlemesi.
sade ölüm değil, ayrılık da yaşamın emri..

*****


Sevmenin çok az çeşidi vardır gönül raflarında...
Birini ya da bir şeyi seversiniz ya da çok seversiniz...
ama iş sevmemeye gelince sonsuz seçenek vardır önünüzde:
ister gıcık olursunuz ister sinir olursunuz iğrenirsiniz tiksinirsiniz
hatta sık sık nefret bile edersiniz ne yazık ne yazık insan sevmeme çeşitlerine harcıyor mesaisinin çoğunu
oysa sevin dedi tanrı
adı sevgili olanlar bile karşılık istiyor
kalbinin atış hızına ben seni seviyorum
ama dur bakalım
sen de beni benim seni sevdiğim kadar seviyor musun
önce sizi sevmeyenlerden başlayın işe
karşılık istemeden pazarlıksız sevin
sizi seveni de
sevmeyeni de
oysa sevin dedi tanrı.

 *****


evet söyledi
ya da ben duydum
duyduğuma göre elbet bir ses söyledi bu söylendikçe usulen söylenir olan sözleri.
evet duydum söyledi
her duyduğumda ağladım
pek çok ağlayışım sırasında duydum.
kalbim tutanak tuttu duyduklarıma
soruldu, dedi, cevap alındı
yaşamak, dedi, tek marifetiniz -biraz özen gösteriniz.
zulüm kimse zalimlik yapmayınca biter -mazlumlar dahil, dedi.
ama yapmayın, o daha bir çocuk, dedi tanrı..

*****

ya gördüm neyleyim
insanlar vardı duvarın içinde.
ya ben hep duvara konuştum
ya da duvar değil konuştuğum, içinde insanlar var.
nedense beni anlasın istedim içinde insan olan duvarlar.
bilmiyorum,
belki de ben gerçekten delirdim
onlar haklı belki de.
içinde değil duvarların insanlar
sadece arasındalar..

*****

Bir yerde artık tartışılmaz bir usül oluşmuşsa yeni bir usül yaratın dedi,
Zira bir şeyi yapmanın şekli yani usulü amacının önüne geçmekte,
Amaçtan çok usulü kutsanır olmakta sonra,
O şeyi sevmek yetmez olmakta, o sevginin herkes gibi gösterilmesi sevmekten daha önemli sanılmakta,
Kardeşlerim usul kavga sebebi yaratmakta,
Usül gelse gelse yol manasına gelir ve eğer gerçeğe gitmekse maksadınız herkes kendi yolunu bulmalıdır,
Siz bir anayol yapar ve gerisini yasak ederseniz eğer dedi
Ya yol yolsuzluk ya da yolsuzluk yol olur dedi

27 Nisan 2012 Cuma

Velet

"Hangi takımı tutuyorsun abicim sen" ile başladım kafasını okşarken söze. Minik gözlüklerinin üzerinden şöylece bir süzdü üzerimdeki siyah-beyaz çubuklu formayı. Hemen beşiktaş diye bağırıp gülümsemesini bekledim. Diğer çocuklar gibi, üzerimdeki formayı görüp ben kızmiyim diye başka takım da olsa bir kaç dakikalığına beşiktaşlı olmayı sorun etmiyeceğini, hatta bazı uyanıklar gibi benden bir kaç gofret ve dondurma bile koparmasını bekledim. Fakat gelen cevap biraz ürküttü beni: "Futbolda mı?"

O sorunun altından bir kültür fışkıracakmış gibi beklerken ben, ardından bir soru daha geldi: "Üzerindeki hangi takımın forması ki?" İçime biraz olsun su serpilmişti. Çocuğun entelektüeli de hiç çekilmez ki zaten. Peşi sıra vurucu sorular, iğneleyici cevaplar.. Onun böyle bir çocuk olmadığını düşünüp rahatlamıştım. Bu rahatlığımın bir anda zulme dönüşmesi için bir kaç soru daha geçmesi gerektiğini nereden bilebilirdim ki.

Gol atınca kendini takımına adadığını minik bir jestle anlatan bir futbolcu gibi formanın üzerindeki armayı tutup öptüm. Bu jestim karşısında hiç bir tepki vermemesini neye yoracağımı düşünürken "Tabi ki Beşiktaş" diye çıkıverdi ağzımdan. Gözlüğünü küçük bir burun hamlesi ile yerine yerleştirdikten sonra; "Bence kimse takım tutmamalı" dedi. Benim yerimde başka bir fanatik olsa kafasının arkasına hafifçe(!!) vurup "Sen boş ver onu bunu Beşiktaş'ı tut" derdi. Ama ben bu çocuğu çözmeliydim. Neyin nesiydi bu çocuk, kimdi?

"Neden tutmasın ki" dedim felsefi bir duruş sergilemek üzereyken, "Hayatta herkesin gönül verdiği, sevdiği bir şey vardır." Felsefi yaklaşımım onu pek tatmin etmemiş olsa gerek: "Bence kimse takım tutmasa takımlardan çok spor sevilir hale gelir." 'Şimdiki çocuklar pek bi akıllı' diyen babaanneme hak verir gibi oldum bu cevap karşısında. Bu konuları aile sohbetlerinde konuştuklarını düşünüp, oradan çalınmış bir cümle diye yorumlamak isterdim. Fakat o an karşımda kırmızı kazağının üzerinde atılmış fuları ile oturan, bir elinde kemik çerçeve gözlüğü diğer elinde de kahvesi ile bana endüstriyel futbol hakkındaki görüşlerini anlatan biri oturuyordu sanki. Ağzından çıkan her kelimeyi özenle seçen ve karşısındakini de minik minik iğneleyen bu çocuk zordu, çok zor.

Gözlüklerinden onun sıradan bir çocuk olmadığını anlamalıydım aslında. Gözlük takan yaşıtlarında gözlüğün arkasında ip olurken onunkinde yoktu. Gözlüğün düşme durumunda boyunda asılı kalmasını sağlayan bu aparat bu çocuğa çok aşağılayıcı gelmişti anlaşılan. Büyümüş de küçülmüş tabirini gereksiz bulan ben dahi bu çocuk karşısında suskunluğumu bir kaç kelime dışında bozamadan onun büyüsünde yüzüyordum. Ne yapıp edip onu alt etmeliydim.

Beşiktaş'ı övmemi hiç bölmeden dinledikten sonra şöyle bir düşündü. Ellerini çenesinin altına götürüp ileride oluşması muhtemel top sakalını sıvazlar gibi yaparak konuştu: "Beşiktaş'ı tutmam diğer takımların maçlarından zevk almamı engelleyecekse niye tutayım ki?" Bir an aklıma babamın bir sözü geldi: "bir çocuğa alınan ilk forma hangi takımınsa o çocuk o takımı tutar." Çizgi film karakteri gibi tepemde yandığını hissettiğim ampulün de etkisiyle formayı çıkarıp çocuğa verdim. Önce yadırgasa da teşekkür edip annesinin beklediğini söyleyip yavaşça arkasını döndü. Yürümeye başladı.

Adımlarını bilerek mi yavaş atıyor yoksa o an bir ağır çekimde miyiz derken çocuk arkasını döndü ve durdu. İğneleyici bakışlarından uzak bir bakış attı önce bana. Minik elleriyle formayı havaya kaldırıp armasını öptü. Ve o en başta beklediğim gülümsemeyi fırlattı bana doğru. Velet işte..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...