29 Nisan 2012 Pazar

'Bana Bir Şeyhler Oluyor'dan

yalnızlık.
her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır insanın bir yaşama sırasında
tek sermayesi, sahip olduğu tek şeydir
kıymetini bilmelidir, dedi.
yalnızdır insan
hep kalabalıklara karışma telaşı bundandır.
kalabalık yalnızlıklar, yalnız kalabalıklar oluşur, şehir şehir ülke ülke.
kalabalık arttıkça artmaktadır yalnızlık da.
insan bir ölümü istemez, bir de ondan beter bir yalnızlığı
ama ikisi de muhakkak gelir başına bir yalnız yaşama sırasında.
ölümün değil ama yalnızlığın bir tek çaresi var, dedi.
tek çaresi aşktır bir yalnız yaşama sırasında nefes almanın
aşk da zaten iki yalnızın ortak bir yalnızlıkta buluşmasıdır, dedi
aşık olun!
gösterin birbirinize yalnızlıklarınızı
nasılsa ayrılık insanın tek kişilik yalnızlığını özlemesi.
sade ölüm değil, ayrılık da yaşamın emri..

*****


Sevmenin çok az çeşidi vardır gönül raflarında...
Birini ya da bir şeyi seversiniz ya da çok seversiniz...
ama iş sevmemeye gelince sonsuz seçenek vardır önünüzde:
ister gıcık olursunuz ister sinir olursunuz iğrenirsiniz tiksinirsiniz
hatta sık sık nefret bile edersiniz ne yazık ne yazık insan sevmeme çeşitlerine harcıyor mesaisinin çoğunu
oysa sevin dedi tanrı
adı sevgili olanlar bile karşılık istiyor
kalbinin atış hızına ben seni seviyorum
ama dur bakalım
sen de beni benim seni sevdiğim kadar seviyor musun
önce sizi sevmeyenlerden başlayın işe
karşılık istemeden pazarlıksız sevin
sizi seveni de
sevmeyeni de
oysa sevin dedi tanrı.

 *****


evet söyledi
ya da ben duydum
duyduğuma göre elbet bir ses söyledi bu söylendikçe usulen söylenir olan sözleri.
evet duydum söyledi
her duyduğumda ağladım
pek çok ağlayışım sırasında duydum.
kalbim tutanak tuttu duyduklarıma
soruldu, dedi, cevap alındı
yaşamak, dedi, tek marifetiniz -biraz özen gösteriniz.
zulüm kimse zalimlik yapmayınca biter -mazlumlar dahil, dedi.
ama yapmayın, o daha bir çocuk, dedi tanrı..

*****

ya gördüm neyleyim
insanlar vardı duvarın içinde.
ya ben hep duvara konuştum
ya da duvar değil konuştuğum, içinde insanlar var.
nedense beni anlasın istedim içinde insan olan duvarlar.
bilmiyorum,
belki de ben gerçekten delirdim
onlar haklı belki de.
içinde değil duvarların insanlar
sadece arasındalar..

*****

Bir yerde artık tartışılmaz bir usül oluşmuşsa yeni bir usül yaratın dedi,
Zira bir şeyi yapmanın şekli yani usulü amacının önüne geçmekte,
Amaçtan çok usulü kutsanır olmakta sonra,
O şeyi sevmek yetmez olmakta, o sevginin herkes gibi gösterilmesi sevmekten daha önemli sanılmakta,
Kardeşlerim usul kavga sebebi yaratmakta,
Usül gelse gelse yol manasına gelir ve eğer gerçeğe gitmekse maksadınız herkes kendi yolunu bulmalıdır,
Siz bir anayol yapar ve gerisini yasak ederseniz eğer dedi
Ya yol yolsuzluk ya da yolsuzluk yol olur dedi

27 Nisan 2012 Cuma

Velet

"Hangi takımı tutuyorsun abicim sen" ile başladım kafasını okşarken söze. Minik gözlüklerinin üzerinden şöylece bir süzdü üzerimdeki siyah-beyaz çubuklu formayı. Hemen beşiktaş diye bağırıp gülümsemesini bekledim. Diğer çocuklar gibi, üzerimdeki formayı görüp ben kızmiyim diye başka takım da olsa bir kaç dakikalığına beşiktaşlı olmayı sorun etmiyeceğini, hatta bazı uyanıklar gibi benden bir kaç gofret ve dondurma bile koparmasını bekledim. Fakat gelen cevap biraz ürküttü beni: "Futbolda mı?"

O sorunun altından bir kültür fışkıracakmış gibi beklerken ben, ardından bir soru daha geldi: "Üzerindeki hangi takımın forması ki?" İçime biraz olsun su serpilmişti. Çocuğun entelektüeli de hiç çekilmez ki zaten. Peşi sıra vurucu sorular, iğneleyici cevaplar.. Onun böyle bir çocuk olmadığını düşünüp rahatlamıştım. Bu rahatlığımın bir anda zulme dönüşmesi için bir kaç soru daha geçmesi gerektiğini nereden bilebilirdim ki.

Gol atınca kendini takımına adadığını minik bir jestle anlatan bir futbolcu gibi formanın üzerindeki armayı tutup öptüm. Bu jestim karşısında hiç bir tepki vermemesini neye yoracağımı düşünürken "Tabi ki Beşiktaş" diye çıkıverdi ağzımdan. Gözlüğünü küçük bir burun hamlesi ile yerine yerleştirdikten sonra; "Bence kimse takım tutmamalı" dedi. Benim yerimde başka bir fanatik olsa kafasının arkasına hafifçe(!!) vurup "Sen boş ver onu bunu Beşiktaş'ı tut" derdi. Ama ben bu çocuğu çözmeliydim. Neyin nesiydi bu çocuk, kimdi?

"Neden tutmasın ki" dedim felsefi bir duruş sergilemek üzereyken, "Hayatta herkesin gönül verdiği, sevdiği bir şey vardır." Felsefi yaklaşımım onu pek tatmin etmemiş olsa gerek: "Bence kimse takım tutmasa takımlardan çok spor sevilir hale gelir." 'Şimdiki çocuklar pek bi akıllı' diyen babaanneme hak verir gibi oldum bu cevap karşısında. Bu konuları aile sohbetlerinde konuştuklarını düşünüp, oradan çalınmış bir cümle diye yorumlamak isterdim. Fakat o an karşımda kırmızı kazağının üzerinde atılmış fuları ile oturan, bir elinde kemik çerçeve gözlüğü diğer elinde de kahvesi ile bana endüstriyel futbol hakkındaki görüşlerini anlatan biri oturuyordu sanki. Ağzından çıkan her kelimeyi özenle seçen ve karşısındakini de minik minik iğneleyen bu çocuk zordu, çok zor.

Gözlüklerinden onun sıradan bir çocuk olmadığını anlamalıydım aslında. Gözlük takan yaşıtlarında gözlüğün arkasında ip olurken onunkinde yoktu. Gözlüğün düşme durumunda boyunda asılı kalmasını sağlayan bu aparat bu çocuğa çok aşağılayıcı gelmişti anlaşılan. Büyümüş de küçülmüş tabirini gereksiz bulan ben dahi bu çocuk karşısında suskunluğumu bir kaç kelime dışında bozamadan onun büyüsünde yüzüyordum. Ne yapıp edip onu alt etmeliydim.

Beşiktaş'ı övmemi hiç bölmeden dinledikten sonra şöyle bir düşündü. Ellerini çenesinin altına götürüp ileride oluşması muhtemel top sakalını sıvazlar gibi yaparak konuştu: "Beşiktaş'ı tutmam diğer takımların maçlarından zevk almamı engelleyecekse niye tutayım ki?" Bir an aklıma babamın bir sözü geldi: "bir çocuğa alınan ilk forma hangi takımınsa o çocuk o takımı tutar." Çizgi film karakteri gibi tepemde yandığını hissettiğim ampulün de etkisiyle formayı çıkarıp çocuğa verdim. Önce yadırgasa da teşekkür edip annesinin beklediğini söyleyip yavaşça arkasını döndü. Yürümeye başladı.

Adımlarını bilerek mi yavaş atıyor yoksa o an bir ağır çekimde miyiz derken çocuk arkasını döndü ve durdu. İğneleyici bakışlarından uzak bir bakış attı önce bana. Minik elleriyle formayı havaya kaldırıp armasını öptü. Ve o en başta beklediğim gülümsemeyi fırlattı bana doğru. Velet işte..

25 Nisan 2012 Çarşamba

fotoğraf

Fotoğraf; insanoğlunun durdurmayı başaramadığı zamana karşı oynadığı son hamledir. Anlık da olsa zamana kafa tutmanın hesabıdır.

16 Nisan 2012 Pazartesi



*** "Bizler evlerinin önünde ölü çocuklar olan güçlü insanlardık. Dünya böyle işliyordu ve kazanmamız gereken çok para vardı."

*** "Dünya, 15 yaşından küçük çocuklara din dersi vermeyecek kadar dürüst olursa, belki o zaman ona umut besleyebiliriz."    Arthur Schopenhauer.



14 Nisan 2012 Cumartesi

yağmur


günaydın demeyi özlemiş sabahlarda karşıladı yağmur bizi.
gecenin sessizliğinden sıkılmış yağmur,
ilk ışıklarla beraber bıraktı kendini
el değmemiş sokakların insafına.
pencere pervazından uzatılan
çekingen ellerle ölçüldü yağmurun şiddeti.
cesareti yok kimsenin
başını uzatıp bakmaya pencereden.
"gel" dese de yağmur ıslak sokaklarıyla yalnız insanlara,
ne bir insan var kucağında sokakların
ne de gönülsüz bir "günaydın".


Lapsus Calami
14.04.2012
yağmurlu bir izmir sabahı

yağmur dediğin nisana yakışır..



10 Nisan 2012 Salı

şu an buradasınız

boyu anca haritayı tutan demirler kadar olan bir çocuk başını kaldırmış yukarı haritaya doğru bakıyor.  arkasından seslenen annesini duymuyor bile. bir yandan elindeki dondurmayı çocuğuna yedirmeye çalışan anne, bir yandan da çocuğu yiyemedikçe eriyip akan dondurmanın damlamaması için çabalıyor. çocuksa dondurma uğruna evi ayağa kaldıran diğer çocuklara pek benzemiyor. anne çok sakin, alışmış gibi böyle farklılıklarına çocuğunun.

uzaklardan bir gözü ile kızını takip edip diğer gözü ile de arkada kalmış diğer çocuğu ile eşinin ne yaptığını anlamaya çalışan baba olaya el atmaya karar veriyor. gözünü kızından ayırmadan hala büyülenmiş gibi haritaya bakan çocuğun yanında alıyor soluğu. minik bacaklarını kavrayıp tek hamlede kucağına alıp haritanın tam karşısına getiriyor. arkasına dönüp babası olduğundan emin olan çocuk küçük küçük gülümsüyor. elinin uzanamadığı haritaya doğru babasını çekiştirip bir noktasına dokunuyor haritanın küçük parmaklarıyla. "burası neresi baba"..

her şey "burası neresi baba" ile başladı. orada babam elimden tutup sürükleyerek götürseydi beni ve arkasından küfür ede ede söylenseydi "mal mal bakıyo bide haritaya, sanki anlayacak " diye. al sana çocukluk travması işte. ama babam öyle yapmadı tabi. o gösterdiğim yer izmir fuardaki meşhur paraşüt kulesiydi. babam oranın neresi olduğunu ve oraya nasıl gideceğimizi hiç üşenmeden anlattı bana. gidip hep beraber paraşüt kulesinden atlayanları izledik.

ne zaman "şu an buradasınız"lı bir harita görsem biraz bekler başında haritayı çözmeye çalışırım. sonra arkama dönüp "burası neresi baba" diyesim gelir...

paraşüt meselesine gelince; bugün babam videodan ilk kez uçuşlarımı izleyecek. aklına ilk gelen anı da eminim o paraşütle atlayanları izlediğimiz gün olacaktır. ve videoda tepeyi gösterip "burası neresi oğlum" diyecektir...

Lapsus Calami
10.04.2012

9 Nisan 2012 Pazartesi

yalnız değiliz



Bir ufka vardık ki artık
Yalnız değiliz sevgilim.
Gerçi gece uzun,
Gece karanlık
Ama bütün korkulardan uzak.
Bir sevdadır böylesine yaşamak,
Tek başına
Ölüme bir soluk kala,
Tek başına
Zindanda yatarken bile,
Asla yalnız kalmamak.
...

7 Nisan 2012 Cumartesi

Şems !.. Unutma !..




Jehan Barbur imzalı müzikler.. Oyunun ritmi ile uyumlu canlı ebru sanatı.. Yetkin Dikinciler ve Sema Keçik ustalığı...
Oyunu özetle deseniz kullanabileceğim üç şey bunlardır. Beste Bereket rahatsızlığından dolayı olmasa da oyunda, ustaca üzerinden kalkmışlar. Ayrıca Şems ile Rumi'yi temsil ettiğini düşündüğümüz iki dansçı da oyuna ayrı bir renk katmış.



5 Nisan 2012 Perşembe

"hadi fotoğraflara bakalım"

sobanın bunaltııcı sıcaklığında tek bir odada hep beraber yaşanan yıllar aklıma geldi. ve birden annemin o tanıdık sesi: "hadi fotoğraflara bakalım".

aynı durum şimdi olsa küçük bir kullanıcı adı şifre hamlesinden sonra facebook üzerinden halledilebilecek bir sorun. ama o zamanlar daha marc zuckenberg ergen bile değilken, evde tatlı minik bir telaş başlardı o ses duyulunca. annem evin sandığının bulunduğu yatak odasına giderken yolda mutfağa uğrar ve mısır patlatmak için her şeyi hazırlayıp ocağa koyardı. sonra yolu yatak odasına düştüğünde sandığın üzerinde iki ton ağırlığındaki yorgan battaniye karmaşasını görür ve babamdan yardım isterdi. el birliğiyle dev cisim uzaklaştırıldığında, sandığın üzerinde küçük baloncuklar uçuşmaya başlar birazdan evin küçük sırlarını ortaya çıkaracak bir çizgi film başlayacak gibi olurdu. evet o sandık her zaman gizli bir şeyler içermekteydi. bu hissiyatla geçti tüm çocukluğumuz. hani koridorda ışığı kapattığımızda arkamızdaki karanlıktan sanki biri  bize doğru hızlanıp geliyormuş gibi bizim de hızımızı artırdığımız, hatta koştuğumuz hissiyat var ya işte onun gibi. sandık gizemini korurken hala zihnimizde, annem birden açıverir kapağını. bir çizgi film karakterinin çıkıp oradan bize şebeklik yaptığını düşlerken, düşüm birden yarıda kesildi.

o da ne. beynimi tırmalayan bir koku: naftalin... çocukluğumuzun vazgeçilmez kokusu naftalin. evin her köşesi eski ve naftalin kokardı önceden. naftalin kokusuydu evlerimizin parfümü. neyse özlemişiz o kokuyu. 
sandığın içinde danteller, oyalar, baş örtüleri, üç yaşındaki çocuğa hazırlanan çeyizlik şeyimsiler vs.. anne içini karıştırdıkça evin içinde daha da artan bir naftalin kokusu sandığın eski gizemi ortadan kaldırır. sandık artık eski sandık değildir. artık yatak odasında anne baba arasında yatılan kaçamak uykularda saçma hikayeler uydurulmayacak sandık için. sandık artık olağan.

sonra anne birden doğrulur. elinde bir torba dolusu fotoğraf. naylon torbanın kenarları hafif yırtık. "ben de olsam dayanamazdım yani sandığın içinde o kadar naftalin kokusuna" deyip torbayı haklı çıkarıyorum bu yenilgisinde naylon torbayı. mısırın patladığını bize bildiren sesler eşliğinde sobalı odaya geçilirken küçük adımlarla annenin hep önünden yürünür. ya canavar çıkarsa arkadaki karanlıktan dimi ama. 

sıcaktan ve televizyondan mayışmış babamın üşengeç bakışları arasında annem torbayı odanın ortasına bırakıp gider. mutfaktaki küçük işler sonunda elinde patlamış mısır- üzüm kombinasyonu ve ne ara demlediğini bilemediğim çayla belirir dışarının soğuğunu içeri dolduran hayın kapıda. odanın ortasına serilen sofra örtüsü üzerine yayılır her şey bir piknik havasında.

şimdi facebookta popülerlik için paylaşılan çocukluk fotoğraflarına o zamanlar birinin profilinde değil de sofra örtüsü üzerinde, "açın şu kapıyı az, sıcak oldu" dedirten soba başında, patlamış mısır üzüm yiyerek bakardık. her fotoğrafa "güzel çıkmış mıyız ki" diye bakılan yıllar değildi o zamanlar. tek tek tüm fotoğrafların anılarının olduğu ve anlatıldığı yıllardı. bir ailenin tek bir odada bir fotoğrafa bakarak mutlu yaşadığı yıllardı. özlenen yıllardı.

odamın kaloriferi sonuna kadar açık. içerisi bir soba sıcaklığında. şimdi bir ses duydum sanki içeriden "hadi fotoğraflara bakalım"...

Lapsus calami
05.04.2012

4 Nisan 2012 Çarşamba

Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur. Sinir olduğum atasözü varsa işte o da budur. Dağ sanki kötü bir şeymiş gibi. Dağ gibi güzel şey var mı. Tilkisi orada, bıldırcını orada. Hangi bağda özgürce dolaşan bir yabani hayvana denk geldin. Dağ sanki kötü bir şey. Hayır bir de dağ hep oradaydı. Sen onu bağ yaptın. Hem dağın dağlığını elinden al bağ yap, hem de dağı beğenme. Kusura bakma ama senin bağının üzümü de yenmez. Surat yaparsın. Pis bir insansın sen belli. Hem kurdun kuşun yaşam alanını kendine tahsis et, hem de... ya ben lan neyse bir şey demiyorum.
Alpay Erdem

‘eğer köpekbalıkları insan olsaydı’


‘eğer köpekbalıkları insan olsaydı’ diye sordu , patronun küçük kızı bay k’ya , ‘küçük balıklara daha iyi davranırlar mıydı..’

‘elbette davranırlardı’ diye cevap verdi bay k.. ‘eğer köpekbalıkları insan olsalardı , denizin dibinde , içlerinde hem bitkisel hem de hayvansal gıdalardan oluşan her çeşit yiyeceğin bulunduğu dev kafesler inşa ederlerdi.. kutuların içinde her zaman temiz su olmasına dikkat ederler , her türlü sağlık koşulunu yerine getirirlerdi.. eğer mesela küçük bir balık zamanından önce ölürlerde , diğer küçük balıkların üzülmesini önlemek için zaman zaman büyük su festivalleri düzenlerlerdi , çünkü mutlu küçük balıkların tadı , mutsuzlarınkinden daha iyidir.. ayrıca , küçük balıklara köpekbalıklarının dişleri arasından nasıl gireceklerinin öğretildiği okullar olurdu.. küçük balıkların , büyük köpekbalıklarının yan gelip yattıkları bölgelerin yerini daha iyi saptayabilmeleri için biraz coğrafya da öğrenmeleri gerekirdi..

ama elbette en önemlisi , küçük balıkların ahlaki eğitimleri olurdu.. onlara , küçük bir balık için kendini neşe içinde feda etmekten daha büyük bir erdem olmadığı öğretilirdi.. ayrıca köpekbalıklarına güvenmeleri ve inanmaları gerektiği de öğretilirdi.. küçük balıklar , bu güzel geleceğe , ancak itaat etmeyi öğrendiklerinde ulaşabileceklerine inanırlardı.. küçük balıklar , bencil , materyalist ya da marksist eğilimler gibi bayağı arzulara karşı sıkı bir savaş vermelidirler.. eğer herhangi bir küçük balık bu tür eğilimleri gösterirse , arkadaşları bu durumu derhal köpekbalıklarına bildirmelidir..

eğer köpekbalıkları insan olsalardı , elbette yabancı kafesleri ve küçük balıkları fethetmek için birbirleriyle savaşırlardı.. daha da ötesi , her köpekbalığı kendi küçük balıklarını bu savaşlarda dövüşmeye zorlardı.. her köpekbalığı kendi küçük balıklarına , onlar ve diğer köpekbalıklarına ait küçük balıklar arasında çok büyük bir fark olduğunu öğretirdi.. her ne kadar bütün küçük balıklar salak olsalar da , salak olduklarını farklı dillerde söylerler , bu nedenle de birbirlerini asla anlayamazlardı.. başka bir dilde salak olan birkaç düşman balığı öldüren her küçük balığa madalya verilir ve her biri kahramanlık unvanıyla onurlandırılırdı..

eğer köpekbalıkları insan olsalardı , onların da kendilerine ait bir sanatı olurdu.. dişlerini muhteşem renklerle betimleyen ve çenelerini içlerinde keyifle oyunlar oynanacak cennet bahçeleri olarak betimleyen güzel resimler yapılırdı.. derin deniz tiyatrolarında , kahraman küçük balıkların nasıl şevkle köpekbalıklarının ağızlarına girdiklerini anlatan oyunlar sahnelenirdi ve müzik öylesine güzel olurdu ki , küçük balıklar bu müziği duyar duymaz en tatlı hayallere dalarak kendilerinden geçerler , çalan müziği takiben bu ağızların içine dalarlardı..

eğer köpekbalıkları insan olsalardı , kendilerine ait bir dinleri de olurdu.. bu dinler , küçük balıklar için gerçek hayatın köpekbalıklarının karnında başladığını öğretirdi.. daha da ötesi , eğer köpekbalıkları insan olsalardı , küçük balıkların hepsi şimdi olduğu gibi eşit olamazlardı.. bazıları , onları diğerlerinden üstün kılan yüksek mevkilere gelirlerdi.. hatta diğerlerinden boyca biraz büyük olan balıkların , daha küçük olanları mideye indirme hakkı bile olurdu.. köpekbalıkları bu kuraldan oldukça memnun kalırlardı tabii , çünkü bu kural , yiyecekleri lokmaları daha lezzetli kılardı.. önemli mevkileri işgal eden şişman balıklar , diğerleri arasındaki düzeni sağlamakla görevlendirilirlerdi.. öğretmen , memur , kafeslerin inşasında uzmanlaşmış bir mühendis ya da buna benzer bir takım görevlere getirilirlerdi.. uzun lafın kısası , eğer köpekbalıkları insan olsalardı , denizde bir kültür oluşurdu..’

"Ben Bertolt Brecht"


Ne olur olağan demeyin/ her gün olup bitene/ Kargaşanın egemen olduğu/ Düzensizliğin düzen sayıldığı, insanın insanlıktan çıktığı bu karanlık çağda, demeyin sakın bunlar olağandır’



" Ama ekmek satılmadı eskisinden ucuza "


        "Ayıptır söylemesi solcudur kendisi" dedi arkadaşım oyuna giden diğer arkadaşıma Bertolt Brecht için. Brecht'i tanısak da oyun hakkında yaşımız sebebi ile pek bir bilgiye sahip değildik. Genco Erkal'ın daha önce de Brecht'in oyunlarını oynaması ve ününün fazla olması tek bir bilet dahi bırakmamıştı boşta. Fakat bu azmimizi (yüzsüzlüğümüzü) kırmadı tabi. Attık kendimizi oyun saatinde salonun önüne. Bizim gibi doğru tabirle 'çakal' yaklaşık 40 kişi de salonun kapısında boş yer kalsa da girsek telaşındaydı. Kapıları azcık da olsa aralayıp umudumuzu kırmayan görevliyle beraber koridor arasındaki merdivenlere yerleştik. Salonda sahne dışında tek kişinin gireceği boş alan kalmamıştı zaten. Bağdaş kurarak merdiven basamağında izlediğimiz senenin en güzel oyunu seçilen "Ben Bertolt Brecht", kişisel tiyatro oscarımda birinci sıraya tereddütsüz şekilde oturdu. Oyundan çıktığımızda birbirimize baktık hepimizden çıkan tek cümle şuydu: "yarında mı kaçak girsek ya"


***

“İyi bir insan olacağınıza, dünyayı öyle bir yere götürün ki iyilik beklenmesin. Ve bu dünyadan bir gün çekip gittiğinizde, ‘İyi bir insandı’ diyeceklerine ‘Arkasında iyi bir dünya bıraktı’ diyebilsinler.”



***


iyice görüyorum artık düzeni.
orada, bir avuç insan oturuyor yukarıda,
aşağıda da bir çok kişi.
ve bağırıyor yukardakiler aşağıya:
"çıkın buraya gelin ki,
hepimiz olalım yukarıda."
ama iyice gözlediğinde görüyorsun,
neyin saklı olduğunu
yukarıdakilerle, aşağıdakiler arasında.
bir yol gibi gözüküyor ilk bakışta.
yol değil ama.
bir tahta bu.
ve şimdi görüyorsun açıkça;
bu bir tahterevalli tahtası.
bütün düzen bir tahterevalli aslında.
iki ucu birbirine bağımlı.
yukarıdakiler durabiliyorlar orada,
sırf ötekiler durduğundan aşağıda

ve ancak;
aşağıdakiler, aşağıda oturduğu sürece
kalabilirler orada.
yukarıda olamazlar çünkü,
ötekiler yerlerini bırakıp çıksalar yukarı.
bu yüzden isterler ki;
aşağıdakiler sonsuza dek
hep orada kalsınlar.
çıkmasınlar yukarı.
bir de, aşağıda daha çok insan olmalı yukardakilerden.
yoksa durmaz tahterevalli.
tahterevalli.
evet, bütün düzen bir tahterevalli.



***

tankınız ne güçlü generalim,
siler süpürür bir ormanı,
yüz insanı ezer geçer.
ama bir kusurcuğu var;
ister bir sürücü.

bombardiman uçağınız ne güçlü generalim,
fırtınadan tez gider, filden zorlu.
ama bir kusurcuğu var;
usta ister yapacak.

insan dediğin nice işler görür, generalim,
bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin.
ama bir kusurcuğu var;
bilir düşünmesini de.


***


"duvarlara tebeşirle yazılan
'savaş istiyoruz'
en önce vuruldu
bunu yazan."


***


-madem iyisin-

anladık iyisin,
ama neye yarıyor iyiliğin.

seni kimse satın alamaz,
eve düşen yıldırım da
satın alınmaz
anladık dediğin dedik,
ama dediğin ne?
doğrusun, söylersin düşündüğünü,
ama düşündüğün ne?
yüreklisin,
kime karşı?
akıllısın,
yararı kime?
gözetmezsin kendi çıkarını,
peki gözettiğin kimin ki?
dostluğuna diyecek yok ya,
dostların kimler?

şimdi bizi iyi dinle:
düşmanımızsın sen bizim
dikeceğiz seni bir duvarın dibine
ama madem bir sürü iyi yönün var
dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine
iyi tüfeklerden çıkan
iyi kurşunlarla vuracağız seni
sonra da gömeceğiz
iyi bir kürekle
iyi bir toprağa.


***





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...