23 Haziran 2012 Cumartesi

Lapsus Calami 4



*** Çocukluğumdan kalma bir kokuymuş meğersem “kuş yuvası kokusu”. Yıllar sonra o kokuyu duyunca çam ağaçlarından düşen kumru yuvaları canlandı gözümde. Fakat şehir keşmekeşinde etrafta bulamadım yuvayı. Sonra Seyit Ali Aral üstada “Kuş yuvası kokusunu bildin mi Seyit Ali abi” dedim. ”Gerçeğinin öğle sıcağında dal ve telek koktuğunu bilirim. Rüzgar estirmiştir kokuyu da. Tam karga, saksağan, kumru yuvası ve yavrusu mevsimi” dedi. Aslında özlemimizmiş kuş yuvası kokusu..



*** Kim memleketin tüm anne babalarına “yaz okulunu kazandım” diye yutturduysa artık, bizimkiler“sen niye kazanamadın yaz okulunu” deyince bi şekerim, tansiyonum falan düştü. Yapmayın şöyle şeyler yazık ya. Ayıp da bir yandan. Hem de çok ayıp.


*** Hep merak ettiğim bir hissiyatsa oto yıkamada makina arabayı yıkarken arabanın içinde oturup olan biteni izlemektir. Pek mühim bir şey olmasa da merak işte.


*** “Domates sevmezsiniz, soğan yemezsiniz. Çiftçi düşmanları sizi.” dedi balık ekmeği getirirken, yıllardır Ferhat Büfe’nin Ferhat’ı olduğunu düşündüğüm abi. Ferhat Büfe de ayrı candır.


*** “Gece yatmadan önce yem vermeyin şu balıklara demedim mi olum ben size. Sağlıksız beslemeyin hayvanları.”


*** Kahraman bakkal süpermarkete karşı: Süper marketin tam karşısına aynı anda iki kişinin giremeyeceği ufacık bir bakkal açan amca yüreğine, cesaretine sağlık. Marketler parlak ışıklarıyla samimiyetsizlik saçarken sen bize para üstü olarak sakız vermeye devam et hep.


*** Daha 10 yaşlarında. Elinde boyundan büyük bağlaması. Gün yavaşça batarken İzmir sokaklarında, o balkonunda gün batımına karşı müzik ziyafeti sunuyor gece özlemi çekenlerin yorgun telaşına…


*** Okulda elinde yüzlerce anahtarın olduğu demetle gezen abladan fena korkarım ben. Okulda ne kadar kilitli kapı varsa ondan sorulur. Tüm okulun sahibidir bir nevi. Aradığı anahtarı tek hamlede bulmaz mı düşüp bayılasım geliyor.


*** “Hayatın sırrı ebediyetse, ömrün sırrı edebiyattır.”


*** Bazen böyle Penguen’de Uykusuz’da köşem varmış da yazıyormuşum gibi geliyor. İçim bi fena oluyor. Cıvık yumurta kıvamına geliyorum.


*** “Kırçiçeği pide&kebap… aşk mektubu yazdırır…” Lahmacuncu reklamı okudunuz. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim.


*** “ ’Ormanda terk olmaya geldik’ diye tezahürat mı olur olum” diyen fenerli bir arkadaşım da var. Gerçeğinin “Formanda ter olmaya geldik” olduğunu öğrendiğinde az kalsın Beşiktaşlı oluyordu. Zorla durdurdum. “Etme, gençliğine yazık. Kaybetmekten korksaydık Beşiktaşlı olmazdık” dedim. Galiba damarına basmışım. Oturup ağlaştık.


*** Masada peçeteye en uzak yerde oturan, tam bir zulümsün, hayattan soğuma sebebimsin.


*** Sırf serinleyelim diye çimleri sulayan fıskiyeyi yerinde söküp eğlence yaratan amca sen çok güzel bir insansın.


*** Forvet yeleli yan komşumuz aynı Falcao lan.


*** “Canın yanarsa en çok sevdiğine mi koşarsın, seni en çok sevene mi?” dedi. Kaldım ben öyle.


*** Çocukluğumuzun masum kokteyli: Fanta – Kola


*** Çocukluğumuzun gazoz tadı: Zafer gazoz.. Bir anlığına gazoz kapağı biriktirdiğiniz senelere dönüyorsunuz içince.


*** ‎”Babanın değişik arkadaşları da vardı. Mıstık bunlardan birisi. Karikatürist Mustafa Eremektar. Baba, bir gün arkadaşına uğrar iş güç için. Ev bodrum kat ve bileklere kadar su basmış. Mıstık abi öyle takılır orada, umuru değil foşur foşur suyun içinde yürür. Misafirlerine terlik uzatmak yerine lastik çizme verir. Bir sürü kâse, hamam tası kılıklı şey suyun üzerinde yüzer. Kiminde çay bardağı, tuzluk, biberlik, peçete, çakmak, kalem, çerez… Boğazda gemi trafiği misali. Baba sorar “Rahatsız değil misin?” Cevap geberticidir.“Aksine çok memnunum, hiç toz olmuyor, her yer hep tertemiz. Çünkü suyun içindeyiz. Ayrıca bak sigaraya.” Yanan izmariti odanın uzak yerine fiskeyle atar. Akabindeki ços sesi peşi sıra. “Yere atınca hemen sönüyor” der, sırıtır. Hayatın onlara ayak uydurmakta zorlandığı akıllardır.” Seyit Ali Aral babası Oğuz Aral için..


*** Arabanın arkasından yolu izlemek kadar zevkli, insana çocukluğunu yaşatan başka bir şey olmasa gerek.



*** Bomboş eshotta “Sayın yolcularımız lütfen otobüsün arkasına doğru ilerleyiniz” anonsunu duyunca şebeklik olsun diye en arka koltuğa geçişimiz akşam akşam eğlence yarattı yorgunluktan gözleri şişmiş şoför amcaya..


*** Kitaba başlayamama da bir nevi entelektüel cesaretsizliği midir?


*** Çocukluğumun berberi geçen şöyle dedi: “Kışın öğretmenlere yazın da biz esnaflara atarlar
ergenleri, çocukları. Adam edemedik bari siz edin diye”


*** Gülüşünün güzelliği ile utanmalı sevgili/ tıpkı Nazım’ın Piraye’si gibi…


*** Otobüs durağında üçlü oturakımsıda en solda oturmuş Uykusuz okuyorum. Yer yer Umut Sarıkaya ile gülüyor, Yiğit Özgür’le yerlerde sürünürken, Otisabi’de coollaşıyorum. Coolluğumun tavan yaptığı bir anda üçlü oturakımsının en sağına bir kız gelip oturuyor. Ben dergiyi okurken onun da Otisabi’yi okuduğunu sezince azcık ona doğru uzatarak yavaş yavaş okuyorum ki o da bitirebilsin diye. Abaza damgası yememek için Otis’ten Alpay Erdem’e geçiyorum. Belki konuşacak bir muhabbet olur diye Alpay Erdem’den de umutluyum. Coolluğumu bozmadan kıza hiç bakmıyorum. Nerden aklımda kaldıysa artık “güzele bakmama karizması”nı takınıyorum o an. Aradan geçen birkaç Alpay Erdemli, sevimli dakikadan sonra tam da cesaretimi toplamışken bir teyze belirdi az ilerde. Koştur koştur bir elinde pazar çantası diğerinde marul ve yeşillik torbası ile sıcaktan fena bunalmış şekilde attı kendini durağın içinde tam aramızdaki oturağa. Başlamadan bitirdin be teyze. Zalımsın pazar çantalı teyze.

http://neyinkafasi.com/lapsus-calami-4/


9 Haziran 2012 Cumartesi

Lapsus Calami 3

*** Eve misafir gelen yavru kargaya bunlar iki yüz sene falan yaşıyor diye o kadar hürmet ettim, besledim, öyle gönderdim. 200 sene yaşadıkları yalanmış meğersem. En fazla 40 yıl yaşıyolarmış. E o zaman bir ıslak ekmeğin 40 yıl hatrı olacak mı görücez bakalım.

*** Yağmuru seven insanın içinde küçük bir çocuk vardır hala. Sevin o çocuğu. Ve yağmuru elbet…

*** Uykusuz’da Ersin Karabulut’un “Amatör” köşesi candır. Yıllardır takip ettiğimiz karikatür dergilerinde en merak ettiğimiz yerler, anılar, kişiler… Özenle takip edilesi…

*** Battaniyenin uzun tarafını arıyorum. Gören oldu mu?

*** Yaz geldi. Balkon sefaları başladı. Balkona televizyon atıldı. Akşamları evin amcaları Euro 2012 başında, hanımlar içerde dizide... Maçlar biter bitmez ailecek dizilere balkonda çekirdekle devam. Balkon; bir evin neşe mekanı…

*** Karikatüristleri çizgisinden tanıdığım gibi insanları da gözlerinden tanımak isterdim. Fakat hayat yaptıkları ve söyledikleri ile tanıtıyor insanları…

*** “Dünya; karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana yanaştırıp yanaştırmadığınla ilgilenir”... Off çok sıkıcıyım.

*** Siyahımız lacivert, beyazımız mavi olsun; Şampiyon Adanademirspor'un yolu açık olsun... Vedat Özdemiroğlu’ndan. 

*** "Doğum gününü hatırlamıyom yavrım ama kar vardı bah, hemi de çohtu" diyen, yılın 5 ayı kar altındaki Karslı anneye dünyanın en iyi annesi ödülü verilse de azdır. O en güzel annedir, candır, bizdendir.

*** Dans etmek güzel şey, tabi ki yeteneği olana. Halay öğretmeye kalkan arkadaşları cinnet geçirme durumuna getirmek beni de üzüyor haliyle. Ben istemez miydim şöyle vals yapiyim. Olmuyor işte. Daha halayda bocalayan bünye salsada ne yapsın. Yanımdakinin adımına bakiyim, oradan kopya ile ben de adımımı atıyim derken o çoktan adımını değiştirmiş oluyor. Hele bir de elinde mendili sallamaz mı. O nasıl bir beyni bölüştür, aynı anda işleri hallediştir. Off kafam basmıyor cidden.

*** Yıllarca Demet Akbağ ile Yılmaz Erdoğan’ı evli zannetmiştim.

*** Çeşmeye ağzımızı dayayıp su içtiğimiz günleri özlüyorum bazen. Mahalle maçından çıkıp terli terli eve geldiğimi düşünüp damacanadan avucumla su içmeye giderken durduruyorum kendimi. Özlüyorum ben çocukluğumu.

*** Fillere basmayınız...

*** Selçuk Yöntem sesi için hangi doktora gitmemiz gerekiyor acaba? Bi kaç tane ses telini alsalar olcak gibi sanki ama bakalım artık.

*** Leğendeki suya kafamızı sokup denizde yüzmüş kadar olduk deve kuşu misali. Çocuktuk biz..

*** Gezmeli ve sevmeli insan “bir hikayem var” diyebilmek için.

*** Kapı önündeki ayakkabının içine evin anahtarını koymaktır güven. Mutluluk ise anahtarsız geldiğin evinde o anahtarı orada bulmaktır.

*** Apartman kapısının anahtarını unutunca ehtiyar apartman sakinlerimizin ziline basıp kaçan, beş dakika sonra da açık kapıdan sanki hiçbir şey olmamış gibi giren arkadaşım canımsın. Yüreğine indireceksin gariplerimin bir gün. Bence ayıp, hem de çok ayıp.

*** Küçük d (d) ile gülücük koymak nedir a dostlar.( :d ) Ne gülümsemeye benziyor ne kahkaha atmaya. Koyun işte büyük d (D) yi güldüğünüzü anlayalım yani. Büyük d (D) iyidir, candır. Göbeğini hoplata hoplata gülmektir. Büyük d li gülün. ( :D )

*** Yol tarif etmek benim için vicdan azabından başka bir şey değil. Güzelce yolu tarif ediyorum. İki tarafın da memnun olduğunu belirten güzel sırıtışlar ile karşılaşma son buluyor. İşte oradan sonra benim için işler değişiyor. “Acaba yolu bulabilmiş midir” “Kesin ordan yanlış dönücek bak” gibi düşünceler içimi kemiriyor. Aslında bizim memlekette bu konuda rahat olmam gerekir. Çünkü yol tarif etmek “Orda birine sorarsın” üzerine kurulu. Ben de öyle desem kurtulucam ama yok işte.

*** Bavulun üzerine oturup düşmekle düşmemek arası dinlenmeye çalışan insan da çok güzel bir insan tabi.

*** Bende yol gösterici tipi var da benim mi haberim yok. Bir saat içinde üç farklı yerde üç farklı kişiye yol tarif ettim. Yanımda o kadar insan varken niye ben?

*** Saat 12:30 a yarım diyen insana da ayrı gıcık olmuşumdur. Yarım dediğin 12:00 dır. Günler 25 saat oldu da bizim mi haberimiz yok. Hadi neyse bişi demiyorum.

*** İzmir Manisa yolu: bir nevi roller coaster…

*** Sabah sabah pijamaların üzerinde güneş gözlüğünü takıp poğaça almaya gelmişsin ama ben o gözlüğün altındaki uyku şişliklerini görür gibiyim.

*** Bir çocukluk zevki: Otobüs daha durmadan, hareket halindeyken inmek.

*** “Evleniyoruz A. Ö. Mutluyuz”A. ve Ö. nün bu aşırı saçma mutluluklarının bir yansıması olan kornalara katlanmak zorunda mıyım ben. Herkes mutlu olduğunda korna çalsa olur mu hiç. Memlekette sizden başka kimse mutlu olmasın mı istiyorsunuz bilemedim ben. Ayrıca A. ve Ö. diye kısaltıyosunuz ama ben amacınızı biliyorum. İsminize direkt küfür etmeyelim diye yapıyosuz. Sanki ben A. ve Ö. diye küfür edemiyorum. Pisler sizi. Neyse hadi mutluluklar…

7 Haziran 2012 Perşembe

Doğmamış Çocuğa Mektup


Merhaba. Henüz doğmadın ama seni sömürmeye şimdiden başladılar biliyor musun? Senin henüz oluşmamış ağzından mektuplar uydurup sen yazmışsın gibi televizyonlardan okuyorlar, salya sümük ağlayarak. Yalnız sakın ha sana üzüldüklerini sanma! O ağlayanlar ki zamanında öğretmenlerin parasına göz dikmişler, televizyon dağıtacağım diye on binlerin cebini boşaltmışlardır, sanma ki sana üzülsünler; onlar oturdukları yerden nice idama sevinç tezahüratları yapmış nice cinayete alkış tutmuşlardır.

Dedim ya, pek bir moda oldu, senin ağzından mektup yazıp salya sümük ağlayarak okumak. Pek bir istiyorlar doğmanı ve ağızlarından tükürükler saçarak savunuyorlar senin “yaşam hakkını”. Ama sanma ki doğduktan sonra da yaşamanı istiyor bunlar. Henüz doğmamış olan senin yaşam hakkını savunanlar, yarın öbür gün en ufak itirazında seni biber gazına boğacaklar ve öldüğünde “Eşkıya! Biri de ölmüş” diyecekler.

Belediye başkanları senin yaşam hakkını savunurken, onların korumaları tekme tokat saldıracak kadınlara ve saçlarından tutulup sürüklenecek ablaların, teyzelerin.

Şimdi sana ağıt yakanlar çocuğum, gün gelip de doğduktan sonra, canına okuyacaklar senin; zaten onun için istiyorlar ya doğmanı. Hele bir doğ da, gerisi kolay onlar için. Dünyanın en kötü okullarında okurken okulun kapısına sıkışırsa körpe bedenin ya da ucuzcu bir müteahhittin taktığı lavabo üzerine düşüp öldürürse seni, sanma ki şimdi bu salya sümük ağlayanlar lafını edecek.

Bakma sen, doğ istiyorlar ama, doğduktan sonra sana yaşam hakkı tanımayacaklar ki? Allah korusun başına bir hal gelir de bütün bir kasabanın siyasetçisi, memuru, öğretmeni, sivili, üniformalısı sırayla tecavüz ederlerse sana, “kendi istemiştir” diyecek hâkim abilerin. O zaman kılını kıpırdatmayacak sahte gözyaşları, botokslu teninden yağmur gibi akan o ablan.

Ya da belediyenin açtığı bir çukurda, açık bıraktığı bir logar deliğinde son buluverebilir ansızın hayatın. Ah, o zaman sanıyor musun ki hesap soracak şimdi salya sümük ağlayanlar belediye başkanına?

Okul bitecek, ya askere gidecek ya asker yolu gözleyeceksin. Belki bir bayrağa sarılı tabut içinde dönecek gencecik bedenin eve. O zaman bile üzülmeyecekler sana, fırsat bilecekler nefret çığlıkları atmak için. Gazetelerinde, propagandalarında bir rakam olacaksın sadece.

Bakma şimdi yaşama hakkını savunduklarına. Okullar, karakollar, cezaevleri, yetimhaneler, kışlalar bekliyor seni doğduktan sonra. Ve hepsinde, her an ölebilir, sakat kalabilirsin, bunların hiçbir önemi yok onlar için. Sadece sen doğana ve bir istatistik olarak kâğıt üzerine geçene kadardır onların yaşam hakkına saygısı. En ufak bir itirazında buharlaşıp gider o yaşam hakkın ansızın. Suçlu bile çıkarabilirler seni ve gerektiğinde yaşını bile büyütebilirler asmak için.

Dedim ya, ancak sen doğana, doğup da bir nüfus istatistiği olana kadar savunurlar yaşam hakkını. Çünkü güzelim; bu dünyanın dört bir tarafında, daha çok şeye sahip olanlar; paraları, pulları, fabrikaları olanlar her zaman daha çok nüfus isterler. Onlar senin yaşam hakkını; daha az maaş ödemelerine gerekçe gösterecekleri, pazarlarını bir ucuz iş gücü cenneti haline çevirecekleri istatistiğe katkı için isterler. Doymak bilmez futbol taraftarı gibi bir, iki, üç yetmez; beş tane kardeşin olsun isterler. Sırf fabrikaların, şirketlerin kapısında sıra olun da, sizden korkusuna zam isteyemesin diğer çalışanlar ve itiraz eden olduğunda hemen yerine geçin de dönmeye devam etsin çarkları diye.

İnsanca çalışma koşulları isteyenlere “nankörlük etmesinler, ben onların aldığının yarısına çalışırım” diyen kindar bir nesil istiyorlar çünkü. Seni; yaşatmak değil, tornadan geçirmek için istiyorlar. Köleliğe razı, en büyük korkusu işsizlik olan ve boğaz tokluğuna iş bulabilenin haline şükrettiği bir ülke için ihtiyaçları var sana.

Bakma güzel evladım, senin doğmanı insani gerekçelerle, yaşam hakkı diyerek istediklerine. Hele bir doğ, sendikanı yasaklayacak, grev hakkını elinden alacak, yazı yazmanı engelleyecek ve pisipisine ölmene bile gıkını çıkartmayacak o senin ağzından yalan mektuplar okuyan ablaların. Hep beraber el kaldırıp illa ki doğmanı sağlayacaklar ya, sanma ki zerre kadar seviyorlar seni; hani utanmasalar koşa koşa gidip tebrik edecekler annene tecavüz edeni.



Barış Uygur / UYKUSUZ

6 Haziran 2012 Çarşamba

Bir Sana Bir De Bana

Kızgın bir denizin dalgalarını andıran yüzündeki çizgiler, her katmanıyla bir yaşanmışlık barındırdığını gizlemeden açık açık, saklanmadan duruyordu yüzünde. Adımlarını yaşından dolayı mı ağır ağır atıyor, yoksa dondurması hiç bitmesin isteyen ve yavaş yavaş yiyen bir çocuk gibi anın tadını doya doya çıkarmaya mı çalışıyordu? Gençlik yıllarını düşünüp gitgide içine işleyen deniz soğuğunu umursamadı. Ne çok yürümüştü buralarda. Sahil yolundaki her bir taş bir anı barındırıyordu onda. Çok severdi taşları. Onları bir bebek olarak görürdü, dünya anadan doğmuş bir bebek... Hep öyle sevdi taşları. En beğendiklerini topladı. Gençliğinde sahilde taş sektirmece oynayan yaşıtları gibi onları denize atmadı, kıyamadı onlara. "Boğulur ki onlar" dedi bağırarak. Arkadaşlarıyla bu konuda kavga ettiği günler aklına gelince çıkıvermişti aniden o söz ağzından. Ürktü birden. Soğuğun etkisi diye düşündü. 

İlk kez birinin elini tutmaya çalışan kız çocuğu telaşıyla uzattı elini ileri doğru. Uzanan ellerin saf beyazlığına şaşarak güldü kavalyesi. Güldükçe gözleri kayboldu. Kayboldukça aşık oldu kavalyesine yine, yeniden. Birden eline değen sıcaklıkla ellerinin ne kadar üşüdüğünü anladı. "Genç değiliz artık be" dedi içinden, kavalyesine duyurmadan. Oysa ne yağmurlar ıslatmıştı aşklarını bu sahilde. Ne çiğler yağmıştı üzerilerine sabaha karşı güneşin doğmasını beklerken. En çok da güneşin doğuşunu izlemeyi severlerdi. "Sahi" dedi kavalyesine dönüp: "Uzun zaman oldu güneşin doğuşunu izlemeyeli". Onun kaybolan gözlerini tekrar görmeye başlayınca sustu. Elini çekti gizlice. Acıdı içi. Zor zamanları geçmişti. Nereden çıkmıştı şimdi bu istek. İmkansızı istemek gibiydi bu. "Geçliğin çok geride kaldı. O soğuğa nasıl dayanacaksın ki?" dedi kendi kendine yine. Yanlış bir şey yapmış çocuk edasıyla utandı ve başını eğdi. Adımları daha da yavaşladı. Taşlara baktı tek tek. Unutmaya çalışsa da dediğini, bu sefer yardımcı olmadı ona minik taşları. "Siz de mi sırtınızı döndünüz bana" diyecekken omzundan tutan bir kol çekti onu kendine doğru. Durdular. Sıkıca sardı onu. Utancının geçmediğini gördüğünde alnına bir öpücük kondurdu kavalyesi. Işıl ışıl parlayan gözlerinden doğru anahtarı kullandığını anladı. Tekrar tuttu ellerinden ve yürümeye devam ettiler. 

Yorgunluklarını atmak için geldikleri sahilde daha da yorulmuşlardı. Kendileri gibi yaşlı, tahta bir banka oturalı az zaman olmasına rağmen el ele geçen kaçıncı çiftti bu bilemiyorlardı. "Herkes sevmeye muhtaç ki bu kadar çok seven var" dedi . "Gezmeli ve sevmeli insan 'bir hikayem var' diyebilmek için." diye karşılık verdi kavalyesi gözlerinin içine alaylı bir bakış fırlatarak. Ne çok atışmaları olmuştu böyle. Aşkı farklı tanımlamasalar da ayrı cümleler kurmak yetiyordu onları küçük bir atışmanın içine sokmaya. Söyleyecek (hatta uyduracak) sözleri kalmadığında tatlıya bağlayan yine kavalyesi olurdu. İkisini de mutlu eden, aşk üzerine minik bir dörtlükle noktayı koyardı. Aklına gelen tüm bu şeyler canını mı acıtıyordu yoksa güzel anılar yaşamış olmak onu daha da mutlu mu ediyordu? Küçük de olsa acıyordu canı. Geride kalanlar çoktu çünkü. Umuda ise yer yoktu yaşlılıkta. Umut seneler demekti. Umut gelecek demekti. Ama onların seneleri, gelecekleri yoktu. Umutları ise hiç...

Çalan zilleri duyduğunda ikisi de aynı yöne baktı. Gelen iki bisikleti gördüklerinde hayat yavaşlamıştı bir anda. Deniz dalgalarını durdurmuş, martılar uçmaya ara vermişlerdi. Sahil çaycısı dahi ağır ağır dolduruyordu tüm gün bekleyen bayat çayı çirkin plastik bardaklara. Ağır çekimde gelen iki bisiklet... Birinde küçük şakalarla sevdiğini kızdırmakta olan bir erkek, diğerinde ise bu oyuna gelmemek için zili çalıp onun dikkatini dağıtmaya çalışan kız...Yavaşlayan hayat bir anda durdu. Asılı kaldı vapurlar ve rüzgar denizin üzerinde. Hani aynı rüyayı görürmüş ya sevgililer. Öyle bir şey oldu ki o an, ikisi de kendini gençliklerinin aynı anında buldular; beraber bisiklete bindikleri o anda...

***

O gün elinin titremesine ve terlemesine hakim olamıyordu. Pembe bisikletinin üzerinde sahilde bekliyordu. Yine her zamanki gibi bir taş bulmuştu sahilden. Onun hikayelerini dinlerken bir yandan da denizi seyrediyordu. Balık tutmaya gelenler ellerinde oltaları saatlerce beklemeye hazır sabır taşı gibi oturuyorlardı. Eline aldığı çekirdeği ile gün boyu denizi izleyen balıkçıyı düşündü. Tek bir balık tutmak dahi mutlu ederdi onları. Aşk gibiydi işte o da. Beklemekti sabırla. O da bekliyordu işte denizin ve taşının üzerinden bir türlü alamadığı heyecanla. Bu onların ilk kez bisiklete binecekleri gündü. Çok kez buluşmuşlardı. Gizli gizli aşklar yaşamanın doyulmaz heyecanının olduğu yıllardı. Yaz sinemalarında herkesin elinde bir gazoz, filmden çok sevdiğinin izlendiği yıllardı. Aşkın içinin bu kadar boşaltılmadığı, soğuk bir kış gününün dahi baharmış gibi yaşandığı yıllardı.

Arkasından bisikletinin zilini çala çala gelen kavalyesini gördüğünde az önce bir anlığına yitip gitmiş heyecanı aniden geri gelivermişti. Hemen kafasını önüne çevirdi. İmkanı olsa yerine sığmayan kalbini birazcık da olsa durdurabilirdi. Çünkü gerçekten uçup gidecekmiş gibiydi göğüs kafesinden. Ellerini ise bisikletin gidonundan bırakmaya korkuyordu. Bıraksa yere düşecek gibiydiler. Neden böyle olmuştu. Hemen arkasına dönmeli, selam vermeliydi. Yaklaşmıştı, hissediyordu. Kafasını çevirdiğinde çoktan yanına gelmiş olduğunu gördü. "Keşke gelişini izleseydim belki geçerdi şu lanet heyecanım" diye düşündü. Şu an çabuk geçsin diye yalvardı tanrısına, küçük de bir umutla.

Merhamet eden tanrısı sanki atlatmıştı o sahneyi onlara ya da ona öyle gelmişti, sadece heyecandan hatırlamıyordu ne olduğunu. Birden kendini bisikleti sürerken buldu. Kavalyesi ona bir şeyler anlatmaktaydı. Gözlerine bakmaya utanıyordu. Sürekli önüne bakıyordu. Sahilde otursalar ne yapardı ki? Şimdi en azından önüne bakmak gibi bir mecburiyeti vardı. Bu anın tadını çıkaramıyordu. Sevgi bu muydu yoksa? Elinden hiç bir şeyin gelmemesi miydi? Öylece sürdü pembe bisikletini düşünceler yumağı aklını kurcalarken.

Kavalyesi nispeten daha rahattı ona göre. Gözlerinin içine bakmaya çalıştıysa da sürekli karşısında rüzgarla savrulan saçlarını görüyordu: "Bir sevebilsem saçlarını."  Saçlarından fırsat buldukça küçük anlar yakalayarak yüzüne bakıyordu. Burnunun bu kadar küçücük oluşunu hayranlıkla izliyordu. Fark etmemiş miydi ki daha önce? Aşk kör eder insanı ama bu kadar da olmaz ki diye düşündü: "Daha sevdiğimin burnunu yeni fark ediyorum." Gözlerini kaybederek güldü yine sessiz sessiz..

Utangaçlığında en ufak bir azalma olmadan yolu izlemeye devam ediyordu. Az daha yavaş gitseler taşları tek tek sayacak belki de heyecanı az da olsa gidecekti. O kadar kaptırmıştı ki kendini yola, kavalyesinin ona doğru yaklaştığını dahi görmedi. Eline değen şeyi algılayamadı önce beyni. Bir refleksle çekmesi gerekirken öylece durdu. Elinin üzerindeki sıcaklık iyice arttı. Bir bakış atana kadar eline anlamamıştı dahi ne olduğunu. Görür görmez telaşlandı. Aniden ona doğru döndü. Ne yapacağını bilemeden gözlerine bakmaya başladı. Bıkmadan gözlerine bakıyordu. "N'apıyorum ben" diyen iç sesini dahi duymadı o an. Sadece tek bir şey vardı: O da gözleri... Git gide kısılmaya başladı gözleri. Kayboluyorlardı. Evet git gide kayboluyorlardı. Yüzüne baksa o an nasıl bir mutluluk yaşanır görecekti. Fakat bakmadı yüzüne. Sadece gözleri vardı, yok olmaya doğru giden, simsiyah, mutluluk dolu gözleri. Şimdi fark etmişti. Gözleri siyahtı, kömür siyahı. İnsanı içine alıveren bir siyah. Daha önce bakmamış mıydı. İnanamadı kendine. Nasıl olur da bu zamana kadar bakmazdı. Sadece göz bebeklerini görmeye başladığında bir ses duydu. İç sesi gibi onu da duymadı. bakmaya devam etti. Ve o anın sonunda gördüğü tek şey yine onun gözleriydi; büyümeye başlayan gözleri...

Ne olduğunu bilmeden gözlerini kapatmıştı. Hala etraf karanlık ve sessizdi; kocaman bir hiçlik... Açtığında bir şeyler göreceği gözlerinin varlığını dahi bilmiyordu belki o an. Sadece bekledi. Bekledikçe tek bir şeyi fark etti. Tek eli hala sıcaktı.

Gözlerini açtığında etrafta çok kişi vardı ama o sadece birini gördü: O an eli ile kendisine bağlı olduğu birini, kavalyesini... Gözlerinin büyüklüğüne de şaşırarak yine bakmaya devam etti. Hiç bu kadar büyük görmemişti o gözleri. Küçülmelerini seviyordu o. Ne olmuştu ki? Etraftaki insanların azaldığını hissedebiliyordu. Birden doğruldu ve ayağa kalktı. Baktığı gözlerde bir istek vardı: "Ne olur gülümsesin". Duydu sanki o içten isteği. Ve küçücük bir gülümseme yayıldı dudaklarına. Karşısındaki gözler de kısılmaya başladı yavaşça.

Ne olduğu umurunda bile değildi. Tek istediği tekrar bisiklete binmek ve onun elini tutmaktı. ikisi de atladı bisikletine. Sanki o utangaç kız gitmiş yerine başkası gelmişti. Savurdu saçlarını rüzgarla beraber. Gizlediği yüzü apaçık ortadaydı artık. Elini uzattı birden bisikletin üzerinde ona doğru. Şaşkınlık içinde olan bu sefer kavalyesiydi. Ne yapacağını o da şaşırmıştı bir an. O da uzattı elini. Bir pamuk kadar yumuşak elinin kavrandığını hissettiğinde özgürdü artık. İkisi de başını aniden yukarı kaldırdı. O an yağmur başladı. 

***
   
Hala beraber sahildeydiler. İkisinin de aklında "o an" vardı: El ele tutuşup yağmurda bisiklet sürdükleri, sonsuzluğa giden aşklarının en tatlı anı... Deniz ve ay ışığı sessiz, güneş doğmak üzereydi. Ve ikisinin de üzerilerine çiğ taneleri yağmıştı.





Babazula - Bir Sana Bir De Bana

3 Haziran 2012 Pazar

nazım hikmet



1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşında Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova komünist üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insanlar otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prag'dan Havana'ya

Lenin'i görmedim nöbetini tuttum tabutunun başında 924'te
961'de ziyaret ettim anıt kabri kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim

951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın

içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim

bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falına baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak

kansere yakalanmadım daha
yakalanmam de şart değil
başbakan fakan olacağım da yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir

(11.9.'61 - Doğu Berlin)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...