9 Temmuz 2014 Çarşamba

ÜÇ AN-I

    Öyle kin tutan, kin besleyen biri hiç olmadım. Hatta bazı zaman şu duruma bile düşmüşlüğüm vardır: “Ben bu adama selam verdim ama ya galiba küstük biz bunla. Acaba neden küsmüştük ki? ” O an yaptıkları ya da söyledikleri şey kötü olduğu için mi, beni gerçekten etkileyip, bir şey diyemediğim için mi bilmiyorum ama bazı unutamadığım anlar var hayatımda. Bu anların sahibi/sebebi kişileri de galiba ömrüm boyunca unut(a)mayacağım. 

    İlki bizim okulda birinci sınıfı okurken başıma geldi. O zamanlar Tıp Öğrencileri Kolu (TÖK) olarak yemekhane boykotu planlıyorduk. Zira dekanlık yüzlerce öğrencinin kuyrukta yarım saat bekleyerek, berbat yemekler yemesini, hatta yer olmadığı için ayakta kalıp yiyememesini zerre önemsemiyordu. Bir sürü planlar, fikirler sunuldu dekanlığa. Arkadaşlarımız birebir görüştüler. Yıllar sonra pahalı bir kafe yapılarak peşkeş çekilecek olan, yemekhanenin üst katını da yemekhaneye katıp fiziki koşulları iyileştirmeyi istiyorduk. Ayrıca günlük sadece 50 kuruşa yemek yiyen Cerrahpaşa’yı da örnek alarak yemekhanenin kar elde etmeden sadece öğrencilere hizmet etmesini istiyorduk. Bizi sürekli oyalayıp, aptalca sebepler sunmaları ve çözüm üretmemeleri sebebi ile boykot için çağrı yapmaya karar verdik. İlk yapılacak iş onlarca metre uzanan yemekhane kuyruğuna gidip meseleyi insanlara anlatmak ve bildirileri dağıtıp organize olmaktı. Yemekhane sırasında çoğu arkadaş bildiriyi alıp, az da olsa anlattıklarımızı diniliyordu. Bazısı ise teşekkür edip almaktan vaz geçiyor, biz de üstelemeyip devam ediyorduk. Sonra bizim üst dönemimizden bir kadına geldi sıra. Birkaç kelam ederek bildiriyi uzattım ve tam o anda “ayy istemiyorum” diye bağırarak ellerini kollarını geriye doğru çekip sırtını bize döndü. Biz de öylece kalakaldık tabi. Hala o kadını görürüm okulda ve aklıma hep o anı gelir. Neyse, hadi yine ben ağzımı açmıyorum hadi bir şey demiyorum bak.

    İkincisi ise Gezi zamanından.. Yanlış hatırlamıyorsam İzmir’deki eylemlerin üçüncü günüydü. O gün de hafif hafif yağmur çiseliyor, eylemin devamlılığı konusunda herkesin aklında küçük bir şüphe vardı. İlk iki gün İzmir’den beklenmeyen güçlü bir direniş olmuş, Alsancak’tan Basmane’ye kadar her yer direnişin elinde kalmıştı. Fakat bu güçlü direniş dağınık olup, bir olmadığından Basmane tarafına geçilememişti. Neyse; eylemlerin üçüncü gününde yine Sevinç Pastanesi önünde toplanılmış, kalabalık Gündoğdu Meydanı’na kadar uzanmaktaydı. Çiseleyen yağmurun kararsızlığı bir grup insanı dağılmaya ikna etmiş, fakat örgütlerde bir dağılma görülmüyordu. Her ne hikmetse biz de birkaç arkadaş TKP kortejinin yanıbaşında durum değerlendirmesi yapıyorduk. Tam o esnada TKP’li birkaç genç, gruplarına kendi parti binasına yürüyüp oradan dağılma planlarını sundu. Zaten parti binası yüz metre ileride idi. Grup içinde dağılma taraftarı olmayanlar kendi aralarında tartışma yürütürken bir herif arkadaşlarına dönüp; “Ya hadi parti binasına yaa. Görmüyo musunuz sadece lümpenler kaldı, taraftarlar kaldı geride bak” dedi. Anti-lümpen konuşurken Beşiktaş’ta Çarşı’nın ele geçirdiği POMA önüne aldığı TOMA’yı kovalayarak, direnişin sembollerinden birini yaratmaktaydı. Anti-lümpenin sesi onların kulağına kadar gidemeden yağmurda eriyip gidecekti.

    Üçüncüsü ise yine bizim okuldan. Bu seferki dördüncü sınıfta başımıza geldi. Tarih de galiba 21 Mayıs.. Gezi’ye, yani tüm Türkiye halklarının, inançlarının, siyasetlerinin birbirine empati kurmasına yaklaşık on gün var. Bizden sonra Tıp Öğrencileri Kolu’nu devralan arkadaşlarımız bir konser düzenlemişti. İzmir’in en başarılı, en duyarlı gruplarından Sokak Orkestrası öğlen arasında, okulun en kalabalık yerinde konser verecekti. Hazırlıklar yapılmış, yavaş yavaş insanların toplanması ile konsere başladılar. Ruşen Alkar o muhteşem sesi ile şarkıları Ermenice, Kürtçe, İngilizce ve Türkçe yorumluyor, orkestra da rock ve caz öğeler ile müziği zenginleştiriyordu. Şarkılar sürerken bizim okulun faşistlerinden bir herif yanıbaşımızdan geçip kendi grubuna seslenerek; “Ne günlere kaldık ya!” diyordu. Onu böyle suratsızlaştıran, yüreğindeki kirli faşist damarı şahlandıran ise bir kadının Kürtçe şarkı söylemesiydi. Evet, sadece Kürtçe de değil, üstelik bir de Ermenice.. Bu dillerde şarkı söyleyerek, bizim faşistin gidip görmediği yerlerden ülkeyi üç parçaya ayırıp bölmeye çalışan bu kadın acilen tutuklanıp, hapse atılmalı, yetmemeli arkasından terörist diye bağırılarak asılmalıydı. Oysa o kadın, güftesinin Türkçe anlamı “Vay canım bir bakış attı/ Aklımı başımdan aldı/ Yüreğime ateş düşürdü” olan Kürtçe bir şarkı söylemekteydi.

    “Ayy istemiyorum”u geçenlerde Soma için düzenlenen eylemde gördüm, affettim de galiba. Anti-lümpen’i ise bir daha hiç görmedim, zira o güzel günler bir daha geri gelmedi. Bizim faşisti ise neredeyse her gün okulda görüyorum. Aynı tas, aynı hamam devam ediyor. Yüreği bu kadar kirli olmasa reçetesine “Ömür boyu Kardeş Türküler dinlemen lazım” yazardım fakat bazı hastalıkların maalesef tedavisi yok be annem.


Derşan Onur

(Not: Kullanılan resim, 11 yaşıdaki Dora'nın serbest çizimidir.) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...