19 Eylül 2014 Cuma

Bir Kadını Öldürmemeye Nereden Başlamalı*



Diyelim ki akvaryumda bir balıktan.. ‘Aşık mı oldum lan yoksa ben’ diye kendine sorarken bir akılsız erkek, hani elinde bir akvaryum ile gece sokakta dolaşır da ne yaptığını bilmez ya, belki buradan.. Kapısının önüne gelene kadar bir kadının, akvaryum içinde gezinen balığa bakıp bakıp “acaba beğenir mi” diye düşünüp durduğu kadar, kendisi için “acaba beni sever mi bu kadın” diye düşünmez ya, belki de oradan.. Böyle başlar işte bir cinayet kurgusu.


***

Sen seversin, ona balık bile alırsın
o seni sevmez, balık sen olursun
akvaryumun içinde döner durursun
ölmekse pek mümkün değil içi su dolu bir akvaryumda
tek çare balık olmaktan vazgeçmektir.

sonra başkasını seversin
balık olmaktan vazgeçmişsindir,
fakat ölmemek ölmekten hep zor ola gelmiştir
 yine ölemezsin.
ya bir intihar paklar berbat siyahını
ya da şanslı isen belki öldürürsün kadınını.
artık ne sen bir balık,
 artık ne bir bahar ilk.

***

Diyelim bir sokakta el elesiniz. O an yer yarılsa, ayıramazmış gibi sizi. Bir an gelir, kadının ellerini çeker ellerinden. Bir soğuk rüzgar vurur terlemiş avuç içlerine. İçin ürperdiğinde fark eder, bakarsın onun gözlerine. Gözler kocaman, gözler neden kocaman, gözler sensiz, gözler neden sensiz, gözler korkmuş, gözler bin pişman.. Bir adam caddenin karşısından bağırır durur: Gözler kocaman, gözler neden kocaman, gözler başka, gözler neden başka, gözler öfkeli, gözler hesap sorar..
Küfür kıyamet bir kavga edersin adamla. Öldürmeye karar verdiğin adam gider yoluna, sen yoluna, siz yoluna. Bir vakit sonra hesap soran gözlerden fışkıran sözler gelir aklına. Kadınına dedikleri, ihaneti, pişmanlığı haykırışı.. “Acaba lan” dersin içinden. O an elinde bir ıslaklık, elleri ellerinde kadının, yaşlar gözlerinde, bir hıçkırmak ki dersin o kadar.. Sonra birden sanki o kadın hep o kadın değil, sen o sen değil, bir balık hiç değil, balığın gözleri kocaman, balığın gözleri öfkeli, balığın gözleri hesap sorar..
***
Bir masaldan ibaret olur hep dönüşler. İstanbul’a giden kaç kadın sağ döndü ki? Masalın ta kendisiydi belki de o koca şehr-i İstanbul. Hıçkırarak ağlayan bir kadının sesi, ona kaçıncı defa güvenmiş olan akılsız bir erkeğin sıkılı dişleri, günlerdir yemleri verilmemiş, suları değiştirilmemiş balıklar, edilen yeminler, küfürler, suratına telefon kapatmanın, telefonlara çıkmamanın kahrolası huzru ve balkonda bir yoğurt kabından su içen aç kumrular..
***
Bir meyhanede kusana kadar içip sarhoş olmuşsundur. Basmane’nin arka sokaklarındasındır. En son bir eylemde polise taş atarken geçtiğin sokaklardan geçersin. Aklında şimdi ne eylem ne devrim vardır. Belki biraz utanır yüreğin, ama sadece tek bir an. Aşk değil mi ki bu, insanı en utanmaz, en ahlaksız yapan. Geçersin sokakları bir bir yalpalaya yalpalaya. Fileli çorapları, sütyenlerinden fışkıran memeleri ile şişman seks işçisi kadınlar, kalın sesleri ile transeksüeller.. Her biri geçerken bir laf atar sana, başka zaman olsa bir makas alıp yanaklarından selamını esirgemezsin. Fakat bugün kafan ağır gelir gövdene. Dönüp arkana bir küfür savurur, koşmaya başlarsın. Onlar da arkandan saydırırlar kadınına, erkekliğine. Sahi sen transların eylemlerine de katılıp bağırmamış mıydın “Nerdesin aşkım, buradayım aşkım” diye. Ee şimdi nereye koşuyorsun ki aşkım?
Bir pavyon önüne gelip soluklanırsın. Nefesindeki kadın sıkıntısı kaburgalarını sızlatır. Belindeki silah o an ağır gelir bedenine ve fark eder sarhoş kafan boşluğunu aklının. Boşlukları doldurmak istersin. Kurşunları salıp üzerine hafiflemek ağır basar iyice. Sağına soluna bakarsın, neredesindir bilemezsin. Kafan ağırlaşır. İki dönersin etrafını, an gelir bir şeyden kaçma isteği belirir. Neden, kimden kaçarsın, sormadan koşmaya başlarsın. Koşarken soluksuz, tam döndüğün sıra bir köşeyi, patlar suratında bir tokat. Elin silaha uzanır ve birkaç kez sıkarsın sağa sola. Boş boş dönersin etrafında, kimseler yoktur karanlığında sokağın. An susar, şehir susar sen konuşursun. Bağırır gırtlağında bir adam, haykırarak. “Anasını sikeyim lan böyle hayatın” dersin yanı başındaki duvara vura vura. Duvarda bir pavyonun kirli afişi, afişte bir kadın, çok güzel bir kadın, elinde silah, bedenin hafiflemiş, afişte iki delik, zihnin bulanık, sözlerin havada: “balığım nerde lan orospu karı?.”


Derşan

Bölüm sonu canavarları:
- Özdemir Asaf – Lavinia
- Nazlı Vural – Uzun Geceler Boyunca



*Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı? //  Hatice Meryem // OT // sevgiyle ithafen..

9 Temmuz 2014 Çarşamba

ÜÇ AN-I

    Öyle kin tutan, kin besleyen biri hiç olmadım. Hatta bazı zaman şu duruma bile düşmüşlüğüm vardır: “Ben bu adama selam verdim ama ya galiba küstük biz bunla. Acaba neden küsmüştük ki? ” O an yaptıkları ya da söyledikleri şey kötü olduğu için mi, beni gerçekten etkileyip, bir şey diyemediğim için mi bilmiyorum ama bazı unutamadığım anlar var hayatımda. Bu anların sahibi/sebebi kişileri de galiba ömrüm boyunca unut(a)mayacağım. 

    İlki bizim okulda birinci sınıfı okurken başıma geldi. O zamanlar Tıp Öğrencileri Kolu (TÖK) olarak yemekhane boykotu planlıyorduk. Zira dekanlık yüzlerce öğrencinin kuyrukta yarım saat bekleyerek, berbat yemekler yemesini, hatta yer olmadığı için ayakta kalıp yiyememesini zerre önemsemiyordu. Bir sürü planlar, fikirler sunuldu dekanlığa. Arkadaşlarımız birebir görüştüler. Yıllar sonra pahalı bir kafe yapılarak peşkeş çekilecek olan, yemekhanenin üst katını da yemekhaneye katıp fiziki koşulları iyileştirmeyi istiyorduk. Ayrıca günlük sadece 50 kuruşa yemek yiyen Cerrahpaşa’yı da örnek alarak yemekhanenin kar elde etmeden sadece öğrencilere hizmet etmesini istiyorduk. Bizi sürekli oyalayıp, aptalca sebepler sunmaları ve çözüm üretmemeleri sebebi ile boykot için çağrı yapmaya karar verdik. İlk yapılacak iş onlarca metre uzanan yemekhane kuyruğuna gidip meseleyi insanlara anlatmak ve bildirileri dağıtıp organize olmaktı. Yemekhane sırasında çoğu arkadaş bildiriyi alıp, az da olsa anlattıklarımızı diniliyordu. Bazısı ise teşekkür edip almaktan vaz geçiyor, biz de üstelemeyip devam ediyorduk. Sonra bizim üst dönemimizden bir kadına geldi sıra. Birkaç kelam ederek bildiriyi uzattım ve tam o anda “ayy istemiyorum” diye bağırarak ellerini kollarını geriye doğru çekip sırtını bize döndü. Biz de öylece kalakaldık tabi. Hala o kadını görürüm okulda ve aklıma hep o anı gelir. Neyse, hadi yine ben ağzımı açmıyorum hadi bir şey demiyorum bak.

    İkincisi ise Gezi zamanından.. Yanlış hatırlamıyorsam İzmir’deki eylemlerin üçüncü günüydü. O gün de hafif hafif yağmur çiseliyor, eylemin devamlılığı konusunda herkesin aklında küçük bir şüphe vardı. İlk iki gün İzmir’den beklenmeyen güçlü bir direniş olmuş, Alsancak’tan Basmane’ye kadar her yer direnişin elinde kalmıştı. Fakat bu güçlü direniş dağınık olup, bir olmadığından Basmane tarafına geçilememişti. Neyse; eylemlerin üçüncü gününde yine Sevinç Pastanesi önünde toplanılmış, kalabalık Gündoğdu Meydanı’na kadar uzanmaktaydı. Çiseleyen yağmurun kararsızlığı bir grup insanı dağılmaya ikna etmiş, fakat örgütlerde bir dağılma görülmüyordu. Her ne hikmetse biz de birkaç arkadaş TKP kortejinin yanıbaşında durum değerlendirmesi yapıyorduk. Tam o esnada TKP’li birkaç genç, gruplarına kendi parti binasına yürüyüp oradan dağılma planlarını sundu. Zaten parti binası yüz metre ileride idi. Grup içinde dağılma taraftarı olmayanlar kendi aralarında tartışma yürütürken bir herif arkadaşlarına dönüp; “Ya hadi parti binasına yaa. Görmüyo musunuz sadece lümpenler kaldı, taraftarlar kaldı geride bak” dedi. Anti-lümpen konuşurken Beşiktaş’ta Çarşı’nın ele geçirdiği POMA önüne aldığı TOMA’yı kovalayarak, direnişin sembollerinden birini yaratmaktaydı. Anti-lümpenin sesi onların kulağına kadar gidemeden yağmurda eriyip gidecekti.

    Üçüncüsü ise yine bizim okuldan. Bu seferki dördüncü sınıfta başımıza geldi. Tarih de galiba 21 Mayıs.. Gezi’ye, yani tüm Türkiye halklarının, inançlarının, siyasetlerinin birbirine empati kurmasına yaklaşık on gün var. Bizden sonra Tıp Öğrencileri Kolu’nu devralan arkadaşlarımız bir konser düzenlemişti. İzmir’in en başarılı, en duyarlı gruplarından Sokak Orkestrası öğlen arasında, okulun en kalabalık yerinde konser verecekti. Hazırlıklar yapılmış, yavaş yavaş insanların toplanması ile konsere başladılar. Ruşen Alkar o muhteşem sesi ile şarkıları Ermenice, Kürtçe, İngilizce ve Türkçe yorumluyor, orkestra da rock ve caz öğeler ile müziği zenginleştiriyordu. Şarkılar sürerken bizim okulun faşistlerinden bir herif yanıbaşımızdan geçip kendi grubuna seslenerek; “Ne günlere kaldık ya!” diyordu. Onu böyle suratsızlaştıran, yüreğindeki kirli faşist damarı şahlandıran ise bir kadının Kürtçe şarkı söylemesiydi. Evet, sadece Kürtçe de değil, üstelik bir de Ermenice.. Bu dillerde şarkı söyleyerek, bizim faşistin gidip görmediği yerlerden ülkeyi üç parçaya ayırıp bölmeye çalışan bu kadın acilen tutuklanıp, hapse atılmalı, yetmemeli arkasından terörist diye bağırılarak asılmalıydı. Oysa o kadın, güftesinin Türkçe anlamı “Vay canım bir bakış attı/ Aklımı başımdan aldı/ Yüreğime ateş düşürdü” olan Kürtçe bir şarkı söylemekteydi.

    “Ayy istemiyorum”u geçenlerde Soma için düzenlenen eylemde gördüm, affettim de galiba. Anti-lümpen’i ise bir daha hiç görmedim, zira o güzel günler bir daha geri gelmedi. Bizim faşisti ise neredeyse her gün okulda görüyorum. Aynı tas, aynı hamam devam ediyor. Yüreği bu kadar kirli olmasa reçetesine “Ömür boyu Kardeş Türküler dinlemen lazım” yazardım fakat bazı hastalıkların maalesef tedavisi yok be annem.


Derşan Onur

(Not: Kullanılan resim, 11 yaşıdaki Dora'nın serbest çizimidir.) 

6 Haziran 2014 Cuma

HAYAT İNSANA ASLA ACIMAZ





Hayatta hiçbir şey için taviz verme. Verdiğin her taviz, hayalinden bir parça alır götürür. Sonunda amacına ulaşırsın belki. Ama hayalinden geriye tek bir parça bile kalmamıştır.

İşte aynen böyle oldu. Hayalini kurduğum, gerçekleştirmek istediğim ne varsa el birliği ile içine sıçtılar. Artık hayal kurmaktan yoruldum. İnsanları dinlemekten de yoruldum. Herkes çok konuşuyor ve hepsi de kendinden çok emin. İnandıkları doğruları ispatlama gereği bile duymuyorlar. Herkes her şeyi biliyor. “Az bir sakin olun, hanginize inanacağımı şaşırdım” diye bağırmak istiyorum. Ama bağırmıyorum. Onun yerine bir sigara daha sarıyorum. Çünkü birini dinlerken gözlerine bakamıyorum. Hepimizin gözlerinde birer mezar taşı gizli. Benimkinin üstünde yazanları okutmak istemiyorum. Karanlıkta uyuyamadığım için geceleri çalışıyorum. Sessizlikten korktuğum için kalabalığa karışıyorum. Başka türlü kafamdaki sesleri susturamıyorum. Ömrüm boyunca onlara benzememek için uğraştım. İşin kötüsü onların kim olduğunu bile bilmiyorum. Önce kafamın içinde bir çember oluşturuyorum. Sonra da onun etrafında dönüp duruyorum. Yaşlanmak; geleceği düşlemeyi bırakıp, geçmişini düşünmekle başlıyor. Yaşlanıyorum.

İşler kötüye gitmeye başladığı zaman önünü alamazsın. Bir çıkış yolu aramaya çalıştıkça kaybolur, düştüğün kuyudan yukarı tırmanmaya çalıştıkça daha derine düşersin. Bir ses, bir el, bir umut ışığı beklersin. Ama tüm beklentilerin boşunadır. İşte böyle anlarda tek bir şey düşlersin; ”Keşke hayat filmlerdeki gibi olsa.”

Hiç beklemediğin bir anda yeni biriyle tanışırsın. Sen ona adını söylersin o da sana adını söyler. El sıkışma ve memnun olma kısımlarını çabucak geçersiniz. Sanki çok eskiden tanıyorsunuzdur birbirinizi. Aynı şarkıları dinleyip, aynı filmleri izlemişsinizdir. Konuşma uzadıkça uzar. Hiç susmasın istersin.

Bu sadece filmlerde olmaz. Hayat insana bazen küçük sürprizler yapar.

Her şey çok güzel gitmektedir. O anlatmayı sever, sen de dinlemeyi. Dinlerken gözlerinde kaybolursun kimi zaman. Orada kalmak istersin. Ne yorgunluğunu hatırlarsın, ne de gözlerindeki mezar taşında yazanları umursarsın. Ama en derine düştüğün sırada ürkütücü bir ses seni kendine getirir. “Gidiyorum” der hiç zorlanmadan. Temelli gideceğinden korkarsın. Bir ay sonra geri döneceğini söylediğinde yüzün güler, anlamsızca sırıtırsın.

Bu sadece filmlerde olmaz. Hayat insana bazen kötü şakalar yapar.

Lanet sıcak bir yaz akşamı kapısının önünde beklersin onu. Taksi yanaşır kapıya. Uzun süredir görmemişsindir. Ne yapacağını bilemezsin. Usulca iner arabadan. Göz göze gelince bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlar ve sadece siz ıslanırsınız.

Bu sadece filmlerde olmaz. Hayat insana bazen bir şans verir.

Aynı evdesinizdir. Bir türlü rahat oturamazsın. Yastıklar sırtını, düşünceler beynini parçalar. Uygun bir anını denk getirip onu ne kadar çok sevdiğini söyleyeceksindir. Ağzına dikenli teller çekilmiştir sanki. İki kelime bir türlü dışarı atamaz kendini. Bir fincan kahveyle gelir mutfaktan, başını dayar omzuna. Heyecandan yutkunamazsın bile. Tam zamanı diye düşünürken sen, kafasını kaldırır ve gözlerinin içine bakar. Sen daha tek kelime edemeden ağlamaya başlar. Ne diyeceğini şaşırırsın. Yeniden indirir başını, bakamaz gözlerine. Senin konuşmana fırsat vermeden, geçen gece yattığı herifi anlatır. Ne susacağını şaşırırsın. Hüngür höşürt ağlamak gelir içinden. Ama o rahat ağlasın diye omzunu kıpırdatamazsın.

Bu sadece filmlerde olmaz. Hayat insanın bazen canını acıtır.

Uzun bir süre görüşemezsiniz. Çok sonra rastlaşırsınız ismi önemsiz bir sokakta. Göz göze gelince yüzün güler. Ellerini nereye koyacağını bilemezsin, fazla gelirler bedenine. Gülümseyerek, tüm güzelliğiyle sana yaklaşır. Çirkinliğinden utanırsın. Yüzündeki yara izleri sızlar. Varlıklarını hatırlatırlar sana. Uzun uzun sarılır, yara izlerine dokunur. Suskun dudaklarını öper, içinden gökkuşağı geçen gözlerini diker gözlerine. Birden bire “seni seviyorum” der.

İşte bu sadece filmlerde olur. Çünkü hayat insana asla acımaz.





Burak Aksak / OT ocak sayısından

21 Ocak 2014 Salı

Ne Olacak Bu Çocukluğumuzun Hali?




“Babam öldüğünden beri ben ne yaptığımı biliyor muyum ki?” demişti bir vakit babam. Yazın acımasız güneşinden korunmak için uzun kollu gömlekler giyip, ketenle başımızı sarıp, bir sahil yazına tezat gezdiğimiz günlerdi. Çocukluğumun son demlerini yaşamaya çalışıyordum. Öğlenin pek bir susuz vakti, artık çaresizliğin zirvesinde babama dönüp: “Niye yaptığımız her iş kötüye gidiyor ki baba?” demiştim. Zira tuttuğumuz her şey elimizde kalıyordu, Beşiktaş dahil.

Gecenin bir vakti, zifiri karanlıkta tarladaki suyun son fideye ulaşıp ulaşmadğını kontrole gelip, ezanın dahi uyanmadığı bir sabahta tekrar uyanıp çalışmaya başlıyorduk. Çamura bezeli hayatlar yaşıyorduk ve buna kimsenin bir itirazı yoktu, çocuklar olan bizler dahil. Bir oyun mu zannediyorduk olan biten yoksulluk ve eziyeti bilmiyorum ama babalarımızın itirazlarının dönüp dolaşıp şükürle bitmesiydi belki de itirazımızı daha başlamadan yok eden.

***

Bir çocuğu sevindirecek, üzecek, yani çocukluğunu yaşatacak nadir şeylerden birisidir yalınayak gezmek. Yazın şehirden tatile dedemlerin yanına gelen kuzenimle beraber, yalınayak gezmeye bayılırdık. Bir macera filminde yaşıyormuşuz gibi gelirdi bize. Toprak, taşlar, otlar, ağaçlar değil, sokaklara dökülmüş devlet grisi asfaltlardı bizi en çok zorlayan engeller; iki adım asfalt, bir adım gölgede toprak.. Ayaklara batan taşlardan daha rahatsız ediciydi yazın sıcağı ile kavrulmuş asfalt. Ne çocukluğumuza yakışıyordu zaten ne de köyün o saflığına.

Elbet her çocukluk eğlencesinin bir yetişkin ezberi ile kesilmesi gerekir ya, bizi de uyarıp ayağımıza terliği giydiren de bulunurdu elbet. Kah babaanne kah anne uyarısı ile giymek zorunda kalırdık terliği. İşte o saatlerce yalınayak gezme sonrası giyilen ilk terlik hissini hala unutmam; rahatlığa kavuşabilme hissiyatını. Pek yazık ki bu rahatlığa asla kavuşamamışlar da vardı aramızda.

Ayağında tüm yaz boyunca bir terlik bile görmediğim arkadaşlarım oldu benim. Romandılar, bizim orada Çingene derler. O zamanlar hiç düşünmedim ama çoğunun ortak bir hayali vardı; ‘topçu olmak’. Nedendir bilinmez ama o zaman hepsi de Beşiktaşlıydı. Sürekli beraber top oynardık. Sadece top oynamak unuttururdu herkese, geçmişini de şimdisini de. Ekmeğin üzerine salça sürülen zamanlardı. Biz oyun olsun diye yalınayak gezerken, yokluktan yalınayak gezen kara gözlü, kirli çocukların zamanıydı. Annemin hepimize tek tek verdiği ekmeği aldığında, mahcubiyetinden başını dahi kaldıramayan çocukların zamanıydı. Sahi nerede şimdi o çocuklar?

***

Bir eve giriyoruz babamla. Ev dediysem de hayvanlar için yapılmış bir ahır ve etrafına gerilmiş iki brandadan ibaret. Etrafta keskin bir tandır kokusu, yerde oturan sümüklü bir çocuk.. Çocuklar her yerde çocuk ya, sinekle oynuyor. Kovalıyor kovalıyor, geri geliyor sinek, gülüyor kendi kendine. İçeride bir köşede yığılı duran onlarca yorgan battaniye, öbür köşede toplanmış insanlar yemek yiyorlar. “oo Memet abey hoş gelmişsin” lafını çocukluğum boyunca kim bilir kaç kez duymuşumdur. Evde annem yapsa ağzıma koymayacağım nice şeyler yedim o güzel insanların sofralarında. “Ayıptır söylemesi” ile başlayıp yemeğin açıklandığı adaplı zamanlardı. Çatal yoktu sofrada ama güzellikle bezeli mütevazılık vardı.
Beraber aynı sofrada yemek yediğimiz o insanlar birkaç gün sonra bizle beraber pamuk toplamaya geliyorlardı. İki öğün yumurta, bir öğün salça, tüm gün çalışma.. Tüm yaz böyle geçiyor. Arada Kürtçe sayılar öğreniyorum pamukları tartarken. Okuyoruz ya, elimize tutuşturuyorlar hemen kağıdı kalemi. Benim aklım pamuk harallarını istiflemekte, üzerinde zıplayıp oynamakta. Gece eve geç geliniyor, Derşan ağzı açık uyuyakalıyor. Sahi nerede o tatlı ve anlamlı yorgunluklar?

***

Bir kimliği dahi olmayan göçmen arkadaşlarımız oldu mu hiç sizin? Okulun yoluna özlemini (belki de kıskancını) belli etmemek için okul çıkışı yanınıza gelemeyen arkadaşınız peki? En büyük hayali topçu olmak iken, kahvehanedeki Beşiktaş maçını ayakkabı boyacısı sandığına oturup dışarıdan izleyen roman arkadaşınız? Defter kitaba paralarının yetmeyeceğini bile bile çocuğunu okula yazdıran, sonra da okuldan almak zorunda kalan bir kürt baba tanıdınız mı? Çocukluğunuzun beraber geçtiği o okuldan alınan kürt çocuk, bir gün hiçliğin ortasında giderse bir memlekete dönememek üzere, hala çocuk kalabilir miydiniz peki?

***

Ece Temelkuran bir tartışma programında, artık sözün özü tükettiği yerde son çırpınışla şöyle der: “ Siz nasıl bu kadar zalim oldunuz?” Hayatın sillesini daha doğarken yemiş o kara gözlü kirli çocuklarla beraber top oynadığımız diğer çocuklar, yani bizler, sahiden ne zaman bu kadar zalim olduk da çocukluğumuzu unuttuk?



Derşan 20.01.2014

2 Aralık 2013 Pazartesi

Gittiler



Kalbi sıkıştı. Böyle bir şey miydi acaba ölmek de? Nefes alıyormuş da ama almıyormuş gibi.. Sigarasından bir nefes daha almaya çalıştı. Belki şu titreyen ellerinden kurtulurdu. Sigara içmediğinde olurdu ya hani kimi zaman. Sigarayı tutmakta bile güçlük çekerdi. İki fırt sonra geçerdi hiç olmamış gibi. Öyle geçer zannetti de sarıldı sigaraya, ama içine çekemedi dumanı. Sigaradan eskimiş ciğerleri nefes alamıyor gibiydi. Ah alabilse bir nefes, tek bir nefes, çekebilse içine tüm nikotinini dumanın, işlese damarlarından tüm vücuduna dek, unutacaktı sanki her şeyi. O yüzden mi sarılmıştı hemen, sigaranın külüne muhtaç gibi. İçine çekemediği sigara dumanı gözlerini yakmaya yetiyordu anca. Daha da sıkılmıştı canı.

Ayaklarının altında sürünen sigara, içindeki tüm sinirini çıkarmaya yaramıştı en azından. Ezdi ezdi, bıraktı sonra. Yok edemezdi ki. Bir izmarite baktı bir de ucundan dökülen tütün parçalarına. Yanmayı beklerken özgür kalan tütün ve kaderi yine değişmeyen zavallı izmarit.. Baktı ve durdu. Yaşadıklarını hayattan silip atamayacağını o an anladı. Ne olup ne bittiyse, hiç yoktan ezilmiş bir izmarit kalacaktı sona. Bir tekme savurdu izmarite, savruldu tütün parçaları.

“Sessizlik ölüm demektir. Gürültülü mezarlık gördün mü hiç sen?” dedi bir ses. Kafasını yavaşça çevirdi. Görmek istemeyip bakmak isteyendi o an. Ellerini kirli sakallarında gezdiren amcayı fark etti. Sessizliğini sürdürdü. Amca devam etti: “Bir izmaritin ölümü sıradandır, sigaranın ölümü ise cinayet..” kafasını döndürmeden dinledi amcayı. Gözleri, yerde bir şey kaybetmiş ama bulmak da istemezmiş gibi aranan rolüne devam etti.

Dışarının ayazından kendisini üzerindeki yıllanmış mont değil de anıları ve içkisi korur gibi, soğuğu görünce titreyenlere inat dim dik ayaktaydı amca. Elindeki gazete kâğıdına sarılı şişeyi gösterdi elini kaldırarak. Davet miydi içmeye, ikram mıydı pek anlam veremediyse de, o da kaldırdı elindeki etiketi koparılmış şişe birayı. Amcanın gözlerinin içine bakarak zoraki bir yudum aldı birasından. Kelimeler ne zor toparlanıyor insanın aklında diye düşündü. Bir şey söyleyecek olsa söyleyemeyecekti sanki. Konuşmak isteyip konuşamamak hüznünü bakışlarından silemediğinden olacak, amca karşıya bakarak “Neden?” diye sordu. Ne zor bir soruydu bu. Konuşamayacaktı. Cevapsız bırakacaktı. Sesi çıkmazdı ki. İstese de yapamazdı. Fakat birden durdu kalbi ve “Gitti.” diyebildi sadece, “gitti”. Yüreğinden teker teker fışkırıp havada kelime olabilmişti sanki o harfler. Bir an durup içindekileri kusan kalp tekrar çalışmaya devam etmişti. Havadan uçuşan “gitti” sigaranın yanan tütününe dokunarak ısındı, dönüp dolaşıp havada şarabın içine düştü. Derin bir nefes alan amca, bir yudum aldı şarabından: “Gittiler.”

***

Az önceki telefon görüşmesinde randevulaştığı arkadaşına anlatmıştı onun ne kadar güzel olduğunu: “Olum bu sefer olacak galiba ya, çok güzel gidiyor” deyip kapatmıştı telefonu. Yüreği kıpır kıpır olsa da içindeki enerjiyi başkalarına harcamamalıydı, onun yegane sahibi vardı. Elinden gelse uyumayıp sabahlara kadar onu izleyebilirdi. Onun gözlerinin içine bakarken “Gözleri ne renk ki?” diye sorsa birisi, cevap verebileceğini hiç zannetmiyordu. En güzel parfümler alıp sadece ona kokmak istiyordu. Akşam eve döndüğünde üzerine sinen kokusu için neler vermezdi ki. Sıradan bir otobüs yolculuğunda düşündükleriydi bunlar. O’nsuz her an, uzayıp gidecek ve O hiç gelmeyecek zannettiğinden bir an olsun aklından çıkarmıyordu.

Karşısındaydı işte. Gözlerinden öptü önce. Sonra tutup şöyle bir süzdü onu: “Bu elbiseyi hiç görmemiştim” deyip gülümsedi. Zoraki mi gülümsemişti o da? Sarılmak istedi, ama olmadı. Aklını kurcalamaya hala yetmiyordu olanlar, yetmeyecekti de.

***

Gözlerinde en ufak bir pişmanlık pırıltısı olmayan kadının gözlerine bakıp, “Seni seviyordum ama” demek, bir erkeğin düşebileceği en aşağı durumdur. Emekleye emekleye yürütülen ilişkinin, düştükten sonra yerden ellerindeki tozu silkerek kalkmasını hayal eden en çok kaybedendir. Sevmişti elbet. Fakat kaybeden değil yarım kalan olmuştu.

***

Gözlerinde birer damla yaş ile yaşamayı öğrenen amca, sigarasından çektiği dumanı saldı yavaşça. Kıvrılarak yükseleduran dumanı seyrederken, o an amcanın koltuk altından bir defter çıkarttığını gördü. Uzattı yavaşça. Eline alıp defteri inceledi. Başlıkta “gittiler” yazıyordu. Sonraki sayfaları çevirdi usulca. Hızla çevirse anılara zarar verecek, amcayı üzecek zannetmişti. Tüm sayfalar el yazısı ile doluydu. Son sayfa ise tek bir cümleye ayrılmıştı:

“Bir kadını unutmanın en iyi yolu onu edebi esere dönüştürmektir.” Henry Miller

Eline boş bir kağıt aldı. Yazmaya başladı..







Bölüm sonu canavarı : Zeki Müren - Seni sordum yıldızlara

Not: Bir yazı yazabilmek için onu yaşamış olmana gerek yoktur. Ama elbet en iyi yaşayan yazar.



3 Ekim 2013 Perşembe

siktir et

Kusasım geliyor bütün organlarımı. Önce bugün ölmemek için yediklerimi, sonra içtiğim biraları. Hepsi bitince de sırayla organlarımı. Bir doktor kafasıyla yazacak değilim. Karaciğerimin ağzımdan çıkamayışını, onu parçalara ayırmak zorunda kalışımı hayal ediyorum. Hiç otopsiye girmedim ama çok ceset gördüm. Hiç birinin ağzında çıkmış bir bağırsak yoktu. Dışarıda görseniz sevip o minik yanaklarını sıkacağınız, masumiyetine kurban olacağınız küçük bir kız çocuğunun cesedini de gördüm. Hiç biri yalnız değildi. Ağlayan, üzülen insanları vardı. Ağlayanların gözlerinde minik beyin parçaları göremedim diye mi bu pisliğim bilmiyorum. Ölmek bu olmasa gerek. Temiz ölüm olmaz ki. Öldün mü kirlenmeli dünya, kirlenmeli o sabahtan ütülediğin markalı beyaz gömlek. Temiz ölüm çirkindir. Paramparça olmak gerek. Parçalanasın ki arkanda hiçbir şey kalmasın. Azrail şaşırıp kalsın seni görünce. Tövbe etsin mesleğine. Durup bir düşünsün pisliğini. Sonra o da ölsün. En azından ölmek istesin. Kendini kusmak istesin. Pis birisi Azrail. İntihar edemediği için de onursuz. Geçse karşımıza dese ki “bıktım ben de ölmek istiyorum. Pisliklerimi kusasım geliyor. Yaşamak için de en ufak bir şey kalana kadar her şeyimi kusuyorum.” O zaman izlemek isterim onu. Üç yaşındaki çocuğumu benden aldığı için nefretle izlesem onu. Çıkar mı Melek’im onun içinden. “Abi çok uğraştılar beni yaşatmak için ama ölüme direndiğim için bana herkes pislikmişim gibi bakıyordu burada, tanrı dahil” der mi? “Affediyorum seni” der mi? “Kusma abi kendini. Yok kus biraz, hiç sevme ama”, der mi? Demesin sevme demesin. Severim ben yine. Kusana kadar, aç gibi yediğim sevdaları düşünürüm o zaman. Utanırım. Dilim uyuşur. Beynim çalışmaz olur. Tutamam karaciğerimin ağzımdan çıkmaya çalışmasını. Pis miyim ben? Sevdik diye mi tüm bunlar? Dalağım çıkmak üzere. Çıkamıyor. İzin vermiyorum. Kusmaya çalışan ben değil miydim? Korkma olum. Testislerime kadar kusup klozete dökmek isteyen ben değil miydim? Sifonu çekeceğim anı zevkle bekleyen ben değil miydim? Bak sonra domestosla da temizlerdim ama. Pislik bırakmak istemem arkamda. Anam ne derdi sonra. O eve temizliğe gelecek diye koca evi temizleyen bendim. Klorak kokuyor buralar. Kustum mu ki? Temizlemeye çalıştığıma göre bir şeylerimden kurtulmuş olmam gerek. Beynim mi aktı burnumdan. Burnundaki pislikleri sümküren yaşlı dedeler ne kadar da iğrençsiniz. Siktirin gidin evinizde kusun burnunuzdan o bunamış beyninizi. Az sonra öleceksiniz diye doluştunuz cami avlularına zaten. Samimi değilsiniz, ikiyüzlüsünüz. Herkes birbirini kandırıyor. Tanrı da kandırıyor bizi. Hiç kusmayı denedin mi tanrı efendi. Tövbe estağfirullah tanrım ya. Kus bir kez içindeki kötülüğü, bak kusmuğuna. Bizi seviyorsan eğer bizi de kus. Severek öldürüyorsun bizi. Yalan söyleme bari bize. Yak beni cehennemimde. Hazır mı ateşinin korları. Derimi eritip eritip tekrar iyileştir. Tekrar yak. Zevk al şu pisliğinden. Aramızda bir tek mutlu sen görünüyorsun zaten. Mutluluğunu kus bize. Mutluluğa aç insanlar toplar onları, yemlenirler zevkle. İzlerken sen de gevrek gevrek gül. Gül ki kusman kolaylaşsın. Bizim de tek derdimiz gülebilmekti. Yalnızken bol bol gülen adamlarız elhamdürilillah. Amin. Hep uğraştık, hep didindik ki yalnız gülmeyelim diye. Hep sevdik, hep sevdik. Sonra olan oldu gülmekten de vazgeçtik zaten. Siktir et ya.

8 Şubat 2013 Cuma

Lapsus Calami 6


*** Sigarayı bıraktırma hattı aradı geçenlerde. Dedi duyduğumuza göre sigara içiyormuşsunuz, bıraktıralım dedik. Aman ne iyi ettiniz dedim, buyrun buyrun rahatsız olmayın dedim. Dedim siz gelmeseydiniz ben gelecektim. Hemen ciddiye aldı telesekreter hah dedi işte bu. Dedi ne kadar zamandır içiyorsunuz. Dedim neyi? Suyu deyip bastı kahkahayı kulağıma kulağıma. Gittikçe çirkinleşti gülmesi. Dedim iyi misiniz? Sigaraya açım abi dedi. Kaç aydır içmiyorum dedi. Tıktılar buraya beni vermiyorlar hiç dedi. Var mı bir sigara, ühü dedi. Ağlamaya başladı kulağıma kulağıma. Dedim ben içmem ki sigara. O zaman niye oyalıyorsun bizi g.t dedi. Telesekreterliğine verip, arada nargile içerim ama dedim. Bu bir mutlu oldu, bir mutlu oldu, telefondan fışkırıyor mutluluğu. Bir anda çorabının içinden sigara paketini çıkarıp arkadaşına veren insan gibi hissettim kendimi. Ee ne zaman içiyoruz dedi. Dedim şu an bıraktım ben. Kısa bir sessizlikten sonra g.t deyip suratıma kapattı telefonu. Ben de nargilemi içmeye devam ettim. Nargilem duman duman..

*** “Babaanne bak yol, aaa köprü, aa tren bu, aaa araba, aa direk, aaa köpek” diye diye tüm otobüs yolculuğu boyunca kafa şişiren çocuğa dönüp kendisini göstererek “aaa salak” diye bağırdım. Galiba artık vatana, memlekete faydalı bir birey olamayacak. Üzgünüm.

*** Koşan bir inek görsem gözüm açık gitmez gibime geliyor. Evet gibime geliyor.

*** Kendi verdiği parayı geri almayan bankamatik kadar çirkinine rastlamadım ömrümde. Olmuş, bir hata yapmış, fazla para çekmişsindir. Geri yatırmak için kendisine tekrar başvurursun, parayı almaz geri verir. Sanki kendince bir ders verme havasında: “madem benle dalga geçiyorsun, al bakalım paranı iki düzelt öyle koy” der gibi sırıta sırıta. Pis şey seni.

*** “Aşk: onun seni her anışı, senin içinde tatlı çarpıntılı kalp çınlaması..”  “Ağbi biri seni anıyorsa git konuş bence.” Seyit Ali Aral

*** Zor değil yalnız olmak, asıl zor olan sevememek, sevilmemek.

*** “Ayakkaplarım” diyen insan, bence çok güzel bir insan.

*** Medeniyet dediğin gecenin bir körü bomboş yolda kırmızı ışıkta beklemek değil de nedir?

*** Kırlangıç yuvası gördüğüm zaman çocukluğum aklıma gelir. Tüm çocukluğum boyunca arka bahçeye bakan balkonumuzda hep aynı yere yaptılar yuvalarını. Büyük kırlangıçların yuvalarındaki kırlangıç yavrularını beslemelerini izlemek en büyük zevklerimdendi. Gelenler hep aynı kırlangıçlar mıydı bilmiyorum ama her sene gelmeyi aksatmadılar. Kendimi büyümüş olarak tariflediğim yıllarda, liseyi bitirdiğim yaz yerlerinde yoklardı. O yıldan sonra bir kez dahi uğramadılar. Çocukluğumda kaldı kırlangıç yuvası..

*** “Belki bir gün
bir şiirin içinde rastlaşırız seninle..” Leyla ile Mecnun'dan.

*** Sarhoşa "serfoş" diyen babaannem de güzel insan tabi.

*** Alt komşumuz büyük bir iyilik yapıp bize yine yemek getirdi. Bir ay bizde kalan tenceresini hatırlamış olacak ki, tabağı boşalttırıp geri istedi. Zalım öğrenci evleri..

*** Otobüs durağında “70 geçti mi?” diye soran adama “970 mi?” diye soruya soru ile karşılık veren ben mi saçmayım, yoksa “yok düz 70” diye cevap veren o mu ben çözemedim. Evet ikimiz de saçmayız galiba.

*** 'Jeanne d’Arc’ın öteki ölümü adlı oyunda Jeanne d’Arc hapishanede idamını beklerken: "tanrım! neden eninde sonunda bütün kahramanlarını yalnız bırakırsın!"

*** Görmeyenler derneğinden dört insanımız almışlar ellerine sazlarını, türküler söylüyorlar köy köy, mahalle mahalle. Tek bir dertleri var. O da sanatlarına değer verilmesi ve derneğin geçiminin sağlanması. Ama bizim halkımız onlara dilenci muamelesi yaptığı için birer tl atıp yanlarından kaçmayı yeğliyor. Tek tesellim onların bu manzarayı görmüyor oluşu..

*** Gömleğinin sol cebinde sigara ile bilimum kartvizit ve kağıt taşıyan insan da çok güzel insan be.

*** Nereye bakılacağına karar verilemeyen yerler: asansör ve otobüste karşılıklı oturulan koltuk..

*** Köydeki anneanneye alınıp, köy evine asılan Da Vinci’nin Mona Lisa tablosu.. kendi başına bir hikaye..

*** Bizim kapı zili “boş akbil” gibi ötüyormuş da haberimiz yokmuş. İstanbul’dan gelen arkadaşımın zil sesine gıcık oluşu ile farkına vardık.

***Cool olma uğruna otobüs kaçıran bünyeye de ne demeli. Koşsan arkasından ne olacak sanki. Nice otobüsler kaçtı bu uğurda.

*** Elbet bizim de bir gün terliği ıslanmayan bir banyomuz olacak. Selam olsun ıslak terlikli banyosu olanlara.

*** Yolda teyzenin biri saati sorduğunda kolunda saati olmasına rağmen dönüp bakmayan da, saati olmasa da etrafta saat arayıp teyzeye yardım etmeye çalışan da doktor olacak. Çok enteresan di mi?

*** Facebook’ta “Nil hocayı sevenler” diye bir grup vardı içi olabildiğince ergen dolu. Dur bakıyım n’olcak dedim ve girdim. “Eşşek kadar adam olmuşsun ne işin var abi burda? Git üniversiteden hocaları ekle, yalakalık yap” demediler. Yadırgamadı kimse, aldılar beni de aralarına. Bağırlarına bastılar beni. Üzerimde gereksiz bir mutluluk oluşmuştu. Artık ben de bir ‘Nil hoca sever’ olmuştum. Dedim; “Nil hoca sevilmez mi? Hiç Nil hoca kötü olur mu, naptınız siz?”. İyice kaptırdım, durduramıyordum kendimi. “Hayal edebiliyor musunuz ey ergenler, Nil hocanın elinde cetvel, öğrencilerine kötü davranıyor falan. Olabilir mi ki böyle bir şey ya” derken engellemişler beni. Ergenler işte.. 


Derşan

1 Aralık 2012 Cumartesi

dinlemek gerek


ıssız bir meltem okşarken sayfalarını hayatın
yüreğinde bir sıcaklık,
okumak ve yaşamak gerek.

bir bebek kokusu iken baharlar
haykırırcasına
sevmek gerek

denizlerin şarkısı çalarken
suskun geceli şehirde
dinlemek gerek gözlerin anlattığını
anlayana dek.


Derşan





14 Ekim 2012 Pazar

Ses

Tavla zarlarının o tanıdık sesi yine kısa sürüp duraklamıştı. Diğer fırlatış için sabırsızca titreyen avuç içinde kıvranıp duran zarlar, bir sonraki kavuşmalarına ramak kala yuvarlandılar yine sağa sola çarpıp. 4-2.. Bu seferki avuç içi daha mı terliydi? "heyecandan olsa gerek".. Zarların üzerine bir öpücük kondu ve tekrar bir o duvara bir bu duvara çarptı zarlar. 3-1.. Şanssız bir gün mü ne?.

Zarlar bir o yana bir bu yana şanssızlık getiredursun, zarların sesine aşikar olmuş bir kulak başka sesler aramaktaydı. Ne arkadan gelen ticari pop müzikler, ne de gök gürültüsü.. Şehir zaten duyulmaz olmuştu uzun zamandır. Büyük caddelerden geçen ambulansın hüzünlü sireni, sokak satıcılarının gıcık bağırışları, evinde kavga eden çiftlerin çığırışları, sabırsız şoförlerin arsız kornaları ve tüm bu karmaşanın ortasında sesini duyurmaya çalışan köpeğin havlaması, hepsi birbirini kovalayıp asla yakalayamayacak, yakalasa da aralarındaki oyunun tekrar başlayacağı birer çocuktular sanki. "yakaladım seni". Küçük bir sesti beklenen. Belki bir aşk itirafı, belki küçük bir merhaba, belki de bir kedi miyavlaması.. Kedi sesi duymayalı ne kadar da uzun zaman olmuştu? Sahi en son ne zaman günaydın demişti bir kediye? En son ne zaman bir yavru kediyi izlemişti annesinden süt emerken?

Sokaktan ince bir keman sesi geliyor. İnsanlar telaşlı. Ellerinde keman tellerinin bıraktığı ömürlük izlerle bir amca bir şeyler çalıyor, ihtiyar yoldaşı kemanına sarılıp. "huysuz ve tatlı kadın.." Sahi kaç kişinin dinleyecek vakti var? Omuzlarındaki çantalarında dünyanın yükünü taşıdığını zanneden hanımefendiler ve elleri ceplerinde havalı yürüyen beyefendilerden kaçı duydu bu şarkıyı. Amcamın önünde şapkası da yok, keman kutusu da... Keyiften mi çalıyor acaba?

İnsanlardan bulaşan en iyi hastalık mutluluk olsa gerek. "doktorlar araştırmışlar mıdır bunu? hiç sanmam." Mutluluk bir sestir, duyulmayı beklediğin anda duyduğun. Bazen de hayatın ilk sesidir, bir bebeğin doğduktan sonraki ilk sesi..."ah şu doktorlar ne şanslılar!" Anne olmak da yetmez o sesi duymaya, o sesi duyarak anne olursun ancak. O ses duyulur duyulmaz dünya susar. Bebeğin annesine ilk ve belki de son ninnisidir.

Balkondan kuş sesleri mi geliyor? Önceki günlerden kalan kurumuş ekmekleri suya koyup kuşlara vermek, hiç sevap beklemeden, sadece kuşlar için, nasıl bir duygu ki? Islanmış ekmeği çok sever kuşlar. "ah bir de balkona bırakmasalar şu önceki günden arta kalan vücut artıklarını". Doymak için mi yerler, öğün geçiştirmek için mi? Bir nevi dilenci gibiler sanki. Bazı günler ekmek vermesen de oradalar, bir umut.. Yine geldi birisi. Ağır ağır etrafı kolaçan ediyor. Usulca yaklaşıyor. Günlerce aynı yerde durup, her rüzgar ve yağmurdan bir iz koparan kirlenmiş tabağın içinden bir parça ekmek alıp, aniden kalkıp havalanıveriyor. Hayvanlar niye bu kadar korkak ki? Biz insanlarla beraber yaşadıkları için mi yoksa?

Özlemle bir ses bekleyen yüreği umut dolu insanlar yarattı dünya. sadece tek bir ses bekliyorlar bu gürültülü sessizliğin içinde; insanlığın sesini. "duyar mıyız hakikaten?"

Derşan

3 Ekim 2012 Çarşamba

Lapsus Calami 5



*** Sokakta yürürken mahalledeki çocukların topu bana doğru yuvarlanmaya başlayınca bir anda çocukluğum aklıma geldi. Şimdi benim bulunduğum konumdaki abiler topu hemen bize atmaz, biz de ayağından topu almaya çalışırdık. O da çalım ata ata ilerler, vermezdi topumuzu. Kimisi de benim birazdan yapmayı planladığım gibi elleri cebinde coolluğunu bozmadan ayak içi ile topu bize yuvarlar, bir göz kırpıp giderdi. Tam olarak ikinci abi moduna geçmek üzereyken elinde market poşetleri ile önüme fırlayan mahallemizin haşarı teyzesi topu aldı, çocuklara pas attı, göz kırptı ve gitti. O an abilerden yeni çalım yemiş, topumu alamamış gibi oldum. Ve ben sanki yine mahallede top oynayan çocuktum.

*** Fotoğrafçılığa sümüklü çocuk, yaşlı teyze ve cumbalı ev fotoğrafları çekerek başlamasam fotoğrafçılık dünyası dışlar mı beni?

*** Tablet bilgisayarlar ekmek kesme tahtasına benzemiyor mu?

*** “Buralar eskiden hep dutluktu” deme yaşı yükseliyor ve zamanla diyen de kalmayacak gibi. Ama eskiden buralar hep dutlukmuş hakikaten.

*** Köye gidip dönünce ege şivesinden normale dönmem için verdiğim 48 saatlik süre doldu. Ne yapsam ki şimdi?

*** "live-love-laugh" yazmışım zamanında. gülüyoruz, elbet yaşıyoruz da, ama..

*** Her yerde mi "uzaktan" çalar.. Algıda seçicilik değil bu algıda ısrar..

*** Şezlonga uzanıp cool cool kitabımı okurken fark etmeden yanımdan geçiveren birisi ayağındaki kumları ve üzerindeki su damlalarını bana ve kitaba fırlatmasıyla sinirle arkama döndüm. Ve karşımda elinde kovası ve küreği ile tatlı mı tatlı bir kız çocuğu gülümsüyor. Kitabı kumdan kalesine feda edesim, çamurdan oyununa eşlik edesim geldi.

*** Gönlünüz birazcık "deli Emin" tadında olsun. Çalınca şarkısı sevdiceğinizin, yetiştirin bitmeden, gitmeden.. (fonda Erkin Koray - Sevince)

*** Her sokak akşamsefası koksa insanlar daha mutlu olurdu gibi. Hala koklamadıysanız yetişin sıcaklar bitmeden son demlerine.

*** Bir öğretmen çocuğu iseniz iki parçalı gözlükleri yakinen tanırsınız. Karşıya baktığınızda uzak gözlüğü, aşağıya baktığınızda yakın gözlüğü işlevini görendir iki parçalı gözlük. Eskiden bu teknoloji yokken yakın gözlüğünü burnunun en ucuna, düşme ihtimalini de hesaplayarak koyan öğretmen, uzağa bakmak istediğinde kafasını kaldırmadan göz hamlesiyle gözlüğün üzerinden bakarak durumu idare ederdi. Daha çok sınav anlarında önündekilerle meşgul olurken sınıfa da hakim olmak için kullanılırdı. Bu teknoloji çıktı çıkalı öğretmenlerimiz iki parçalı gözlükle donandı. Onları merdiven çıkma anıda hemen tanırsınız. Çünkü bu gözlükle merdiven çıkmayı hesaba katmamış yapanlar. Aşağı baksan merdiven uzak diyarlarda iken ileri doğru baksan burnunun dibinde gibidir. Nerede tutuna tutuna merdiven çıkan gözlüklü bir öğretmen görsem hüzünlenirim ben. Bulsunlar artık şunun da bi hal çaresini. Kurtarsınlar canım öğretmenlerimizi bu zulümden.

*** Met-Üst dergisi.. Kafası estiğinde çıkar demiş üstat. Umarım sık sık eser kafası. Okunası..

*** Atletizmin neresi sıkıcı bir türlü çözemedim yıllardır. “Nasıl izliyorsun bütün gün bunu” diyenden geçilmiyor. On bin metre finalini de üç adım uzun atlamayı da heyecanla izlerim hala.

*** Bana bütün gün evde usta beklemenin resmini çizebilir misin abidin?

***Onun profil resmi yerine hayallerine odaklansanız daha (u)mutlu olursunuz.

*** “Terliklerimle gelsem sana” dese ‘biri’ oturup ağlarım.

*** Ruhundan samimiyet geçen, gülüşü ile hayatı renklendiren, bir ömre bedel insanlar.. iyi ki var onlar..

*** Bir zamanlar hastane kokusu diye bir şey vardı, artık yok gibi sanki. Ben hastaneye hastane demem hastane kokusu duymadıkça.

*** Günlerden balkonda demlenme günü. Mezeler dizilmiş. Dostlar masa etrafında. Muhabbete eşlik eden kadeh seslerimize bir tanesi daha eklenince sustuk aniden. Kafalar komşu balkonundan bize kadeh kaldıran amcada. Küçük bir şaşkınlıktan sonra balkon demirine kadehi dokundurup bize eşlik ettiğini anladığımız amcanın sohbetinin içinde bulduk kendimizi.

*** “Dispanser” kelimesi beni oldum olası korkutmuştur. Sen nasıl bir kelimesin öyle. Söyledikçe içime bir ürperme geliyor.

*** Kovboy filmlerinde kasabanın ıssız sokağından rüzgarla sürüklenen bir çalı vardır meşhur. Bizde salonun ortasından ona benzer bir yumak geçince anladım ki bu evin temizliğe ihtiyacı var.

*** Yan komşular balkonda okey oynuyorlar. şimdi biz yancı mı oluyoruz?

*** İnsan, yarası yarasına denk geleni seviyor demek ki. (Ece Temelkuran)

*** “Sonunda martıyı öldürmüşsün” dedim kaşlarının arasını alarak simit atma ihtimalimizi ortadan kaldıran arkadaşa.

*** Köyün meydanında koşturan bir velet.. Arkasında çoban bir abimiz.. Ellerini iki yana açmış isyan ediyor: “200 tane koyunu idare ediyorum. Bi torunla baş edemiyorum.”

*** Sallama çayın ipinin suyun içine kaçtığındaki dramı hiçbir yerde görmedim.

*** Adettendir deyip akşam Cemal Süreya - Sevda Sözleri okurken kahve içtiğimin fotoğrafını çektireceğim.

*** Evde babamın eski kitaplarına göz gezdiriyordum ki bazılarının başları düzensizce karalanmış, bazı sayfalar yırtılmış.. Bu ne hal diye sorduğumda “senin eserin” deyince kalakaldım. Ben de feda eder miydim acaba kitaplarımı?.

*** “Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” dedim Cemal abiden örnekle, “Nasıl bir kahvaltıyla mutlu olursun” dedi, “Bir bardak su yeter aslında, karşında sevdiğin varsa” dedim. Cemal abi de olsa böyle söylerdi sanki.

*** Nerde “pudink” diyen insan var, orda çok güzel bir insan var.

*** Babaanne dedim mi benim aklıma patik gelir. Bildiğin patik ama. Kış olunca zenginin de fakirin de dostu, buram buram köy kokan, bizi biz yapan patik. Patikli insan mutludur, huzurludur. Eline filtre kahvesini alan patron ayağına patiği giydi mi işçisi ile bir olur, beraber olur. Patik mütevazidir, değeri para ile ölçülmez. Patik sevilesidir. “Yok ben giymem o da neymiş yaaa” diye söylenirseniz bir gün babaanneniz tutup köyden getirdi mi giyeceksiniz efenim. O sizde kaldığı sürece ayağınızda duracak. “Çocuğun olmaz bak sonra” gibi laflarına bir doktoru dinler gibi yaklaşıp boyun eğeceksin. Seveceksin patiği.

*** Çocuk severken cool kalabilen var mı aranızda?

*** Nerde nur yüzlü, iyi bir emlakçı görsem sarılıp boynuna hüngür hüngür ağlayacağım. Kimseye açamadığım dertlerimi ona anlatacağım.

*** Nolmuş yani elimde üzüm torbaları ile metroya binmişsem? Hem köyüm bağrından kopup şehre inmiş olamaz mıyım? Köyümün hasretini bir nebze de olsa hafifletmek istiyor olmaz mıyım?

*** Hırsız abiye not: evden çalınacaklar listesi
 1- Televizyon: bizde de olsa ne güzel olurdu aslında.
 2- Ev arkadaşımın telefon: kendileri geçtiğimiz yüzyıldan kalma olduğundan zahmet olmazsa çalsanız da yenisini aldırsa babasına.
 3- Dambıllar: daha yazılışını dahi bilmediğimiz bu aletler kapılar çarpmasın diye kullanılıyor. Yazık günahtır. Emin ellerde değerlendirilmeli.
 4- Laptop: evde para yapan tek alet. Almasan daha iyi ama 5. kata kadar çıkıp aldıysan bence hakettin.
 5- Buzdolabı: çalmaya kalkışma derim vallahi eve 4 kişi zor çıkarttık.
 6- Kitaplarım: eğer oturup okuyacaksan hiç çekinmeden çalabilirsin.
 7- Balığım Cappuccino: pek para edeceğini zannetmem ama sevimlidir kerata.

 Kendine çok dikkat et. Yan komşu evde yok benden duymuş olma.


*** Senkronize sokak defansı vardır. Karşıdan gelen sağa mı geçecek sola mı karar veremezsin. Kendini yavaşça sola atarsın ve bir bakmışsın o da sola gelmiş. Burun buruna gelene kadar bu böyle sağlı sollu devam eder. Şehir hayatının en hüzünlü anlarından biridir. Çaresizlik içinde kıvrandırır insanı. Fakat benim bunu tuvaletin çıkışında hareketlerinden iyice çişi gelmiş olduğunu zannettiğim bir herif ile yaşamam hiç şık olmadı. Karşılıklı küçük bir senkronize defans hamlesinden sonra kavgasız ayrılsak da arkamdan yediğimi düşündüğüm küfürler bir “hoşça kal” niyetindeydi.



Derşan

20 Eylül 2012 Perşembe

Canı Cehenneme



“Senin de canın cehenneme! Senin ve bu koca şehirde yaşayan herkesin canı cehenneme! Mesai saatlerinde kariyere odaklanan, mesai bitiminde LCD'ye gömülen, Ducan diyetiyle vücudunu biçimleyen, hafta sonları Park Orman konserleriyle stresini dinlendiren, Yılmaz Özdil'le ülkeyi biçimlendiren, geceleri yatarken Elif Şafak kitaplarıyla kültürünü besleyen bakımlı baylar ve bayanlar hepinizin canı cehenneme... Üniversitedeyken üzerinde bit-bir tişört, sırtta bir çanta ülke ülke gezme planları kurarken, evlenince 'ETS Tur- Madrid-Barcelona-5 gece 6 gündüz'e 12 taksit isteyenlerin canı cehenneme... Akdeniz mutfağı ve dev beyaz tabakların canı cehenneme... Avakado dilimleriyle sotelenmiş deniztarakları, buharda pişmiş mevsim sebzeleri ve ılık kestane ile servis edilen ıspanak yatağındaki levreğin canı cehenneme... On dakikada bir çantasından çıkardığı jelle elini ovuşturup geriye kalan bütün ellere şüpheyle bakan hijyen manyaklarının canı cehenneme... 20'li yaşlarında güneş gözlüğü ve araba anahtarlarıyla adamlığa terfi edenlerin ve onların evlenir evlenmez diyete terfi eden eşlerinin canı cehenneme... Düğünlerde Jennifer Aniston gibi süzüldüğünü sanırken aslında Nilgün Belgün'den öteye gidemeyen gelinlerin, gelinlerin kuyruğunu toparlayan kara gün dostu telaşlı arkadaşların, kaygı ve aşırı makyaj yüklü suratlarıyla etrafı süzen kayınvalidelerin ve kolunda müstakbel eşiyle davetlilerin olduğu salona girerken libidosunu kapıda bırakan damatların canı cehenneme... Özel bir gecede altına sandalye ittiren erkek bulunca derhal 'mersi' diyen kadınların ve dünyada milyonlarca satılmasına rağmen aldığı tek taşla özel bir an yarattığını sanan erkeklerin canı cehenneme... Kariyerini 'elinin tersiyle' itip Fransa'da pastacılık eğitimi alanların, kariyerini bir anda silip küçük ama sevimli bir kafe açanların, kariyerini ani bir kararla terk edip kendini mistik doğuda arayanların canı cehenneme...”


Fırat Budacı’ya ek olarak:

* Bindiği takside kulaklığını takıp şoförle tek kelime dahi konuşmayarak cool olduğunu zannedenlerin canı cehenneme,

* Sigara içmeyi ‘adam olmak’ zanneden sesi daha oturmamış ergenlerin annelerinden bol parfümle gizlemeye çalıştığı sigara kokusunun canı cehenneme,

* Facebookta Zuckenberg’in getirdiği her saçmalığa itirazını bilgisayar ışığı ile aydınlanan odasında sessizce söylenerek yapanların canı cehenneme,

* Gazetelerin yazdığı her haberle gaza gelenlerin canı cehenneme,

* Çocuğa kendi adından önce küfür öğretenlerin canı cehenneme,

* Her ter kokana kendisi doğuştan deodorantlıymış muamelesi yapanların canı cehenneme,

* Yurt dışına gitmiş olmayı, gidip anı yaşamaktan önce tutup, feyslik foto arayışında olanların canı cehenneme,

*Reklamında kadın vücudunu kullanmadan yoğurt dahi satmayan borsa değeri ile kalitesi ölçülen şirketlerin canı cehenneme,

* Kendisine çiçek almadığı için ‘öküz’ diye nitelendirdiği heriflerinin aldığı hediyeleri parasına göre değerlendiren kadınların canı cehenneme,

*Kadınlara karşı ağzından güzel bir sözü cimrinin cebinden para çıkarışı gibi çıkaran heriflerin canı cehenneme,

* İnsan gibi alkol tüketemeyenlerin ve ağzıyla içmeyenlerin canı cehenneme,

* Futboldan başka söyleyecek sözü olmayanların canı cehenneme,

* Kaldırımları yap-boza çevirirken verdiği rahatsızlıktan dolayı sürekli özür dileyen belediyelerin canı cehenneme,

* Berberliğinden utanıp kendine kuaför diyenlerin canı cehenneme,

* Okuyup, dinlediğinden çok konuşanların canı cehenneme,

* Öss’deki puanının insanlığına bir artısının olmadığını hala fark edemeyenlerin canı cehenneme,

* i-phone’un bilindik zil sesini yükledikleri telefonlarıyla konuşma adabını dahi bilmeyenlerin canı cehenneme,

* Elindeki ceketi sahilde yere sürüyerek yerli dizi özentisi sahte aşk yanılsaması acısı çekenlerin canı cehenneme,

* Memleket meselelerinde dürüstlük taslayıp kahveye gittiğinde tavlada hile yapan amcaların canı cehenneme,

* Sokakta Greenpeace’çi çocukları dinleyecek iki dakikası olmayanların canı cehenneme,

* Kitap okuyorum diye geçinip popüler kültürün kölesi olanların canı cehenneme,

* Milletlerini çok severken insanlarını sevmeyi unutanların canı cehenneme,

* Şiirden nefret edenlerin canı cehenneme,

* Instagram’da paylaştığı pazar kahvaltısı fotoğrafı ile Cemal Süreya tanımlı mutlu olduğunu zannedenlerin canı cehenneme,

* Ota boka “canı cehenneme” diyenlerin canı cehenneme…



Derşan

18 Eylül 2012 Salı

yalnızlık ömür boyu



" yalnızlık.
her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır insanın bir yaşama sırasında
tek sermayesi, sahip olduğu tek şeydir
kıymetini bilmelidir, dedi.
yalnızdır insan
hep kalabalıklara karışma telaşı bundandır.
kalabalık yalnızlıklar, yalnız kalabalıklar oluşur, şehir şehir ülke ülke.
kalabalık arttıkça artmaktadır yalnızlık da.
insan bir ölümü istemez, bir de ondan beter bir yalnızlığı 
ama ikisi de muhakkak gelir başına bir yalnız yaşama sırasında.
ölümün değil ama yalnızlığın bir tek çaresi var, dedi.
tek çaresi aşktır bir yalnız yaşama sırasında nefes almanın
aşk da zaten iki yalnızın ortak bir yalnızlıkta buluşmasıdır, dedi
aşık olun! 
gösterin birbirinize yalnızlıklarınızı
nasılsa ayrılık insanın tek kişilik yalnızlığını özlemesi.
sade ölüm değil, ayrılık da yaşamın emri.." **





** 'Bana Bir Şeyhler Oluyor'dan

8 Eylül 2012 Cumartesi

Tarhana Kokusu



Parmaklar çok şey anlatır ama
Bizimkiler suskun
Çatlak oysa her yerinden
dipleri hayatın karası kaplı çatlaklar.
Ellerimize sıçramış yalnızlığımız
“Dokunmak yasak” tabelası da yok oysa.
Gelecek umuduyla beslendikçe
kanayan ruhumuz da yalnız.
“Elbet solacak çiçekler”
Desek kızarlar mı bize?
Çiçekleri özlesek peki?
“Nerde o beyazlara bürülü mazi”
Dese, yaşanmışlık kokan amca;
Ağlar mıydık?
Tarhana kokusu karışsa ayazımıza;
Gülümser miydik?
Ama beraber..



1 Eylül 2012 Cumartesi

Tüm Bunların Hepsi Aşk İçin Mi?



    Öldü “zaman”… Öldü akrep. Yelkovan, bir kez daha döner miyim acaba telaşında çırpınmakta son kez.

    Öldü “mesafeler”… Acısı duyulmadı hiç. Sadece öldü.

    Yaşayan bir tek “yalnızlık” kaldı geriye. İroni mi dersiniz bilmem ama yalnızlık da yalnız kaldı. Saçma değil mi yalnızlığın yalnız, tek başına kalması? Oysa o hepsinden çok istedi ölmeyi. Tanrı cezalandırdı onu. Tanrı da yalnız değil mi? Tanrı kendini de cezalandırmış olmasın böylece.

    Tüm bu çıkmazın ortasında tanrı “aşk”ı yarattı. Amacı neydi bilinmez, sadece yarattı. Zaman yokken yarattı. Mesafeler yokken yarattı. Bir tek yalnızlık vardı aşk yaratıldığında. Tanrı cezalandırdı mı aşkı yalnızlıkla? Tanrı öyle her şeyi cezalandırmakla mı uğraşır? Hiç sanmam. Sadece yarattı.

    Aşk, yaşadı yalnızlıkla bir süre. Cezası –yine ceza mı dedim- neyse çekti ki, sonunda tanrı zamanı diriltti.

    Akrep canlandı. Sessizce canlandı. Öyle çok sesi çıkmaz zaten akrebin. Sakince yaşar her şeyi. 

    Yelkovan hoyratça salındı durdu yine, ilk turunu atarken sonsuz ritminin. Yelkovan haşarıdır biraz. Mazur gördü tanrı.

    Mesafeler dirildi birden. Zamanla aşkın arasına girdi. Aşkı da, zamanı da değerli kılsın diye yarattı tanrı onu. Görevini sonuna kadar da yaptı.

    Yalnızlık yine yalnız kaldı. Tanrıyı kıskandı mesafelere karşı. Zamanı da aşkı da anlamlandıranın kendi olduğunu düşündü bencilce. Evet, bencildi yalnızlık.

    Ve tanrı “özlem”i yarattı sonunda. Tüm bu karmaşaya çözüm bulsun diye. Mesafelerle değerlenen zamanı da, aşkı da, yalnızlığı da özlemin şefkatine bıraktı.

    Tanrı neden özlemi yarattı? Siz tanrı olsanız, ne yapardınız tüm bu karmaşanın ortasında? Tüm bunların hepsi "aşk" için miydi gerçekten?.


Derşan

İlham verene sonsuz teşekkür..
(Fotoğraf: Pınar Şahintaş)

Yeniden




Kalbim artık kapalı aşka inanmıyorum
Bir kez daha sever miyim birini bilmiyorum
Aldattım aldatıldım ama son kez ağlıyorum
Her bitişte aslında yeniden başlıyorum
Her bitişte aslında yeniden

Gün doğmadan neler doğar diyorlar korkuyorum
Pes etme sakın sen devam et diyorlar yoruluyorum 
Yazın susuz kalan nehirler gibi kuruyorum 
Zaman gerek bana bekliyorum 
Zaman gerek bana bekliyorum 

Her seferinde yeniden küllerimden doğuyorum 
Her bitişte aslında yeniden başlıyorum
Her seferinde yeniden küllerimden doğuyorum 
Her bitişte aslında yeniden


Osman Sonant -Yeniden

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...